23 Aralık 2009 Çarşamba

Biz bu senaryoyu daha önce de gördük!


Sinema dünyası gene karışmış. Dükkana bakayım diye iki dakka arkamı döndüm, o ara bir Avatar furyası başlamış, almış yürümüş arkadaş. Ne ara çekildi de ne zaman geldi anlamadım. Açıkçası zaten ben bunu şu çizgi film olanın filme çekilmiş hali sandım ilk duyunca. İşte su halkı var, toprak halkı var, biri ateş atıyo öbürü rüzgar filan yapıyor ya, o sanıyordum biraz da ondan ilgilenmedim çoluk çocuk filmi mi izleyecez bu yaşta diye, meğerse değilmiş...

Baktım ki yönetmeni James Cameron, dedim kesin gene gözyaşlarının sel olup akacağı bir film geliyor. Kurt yönetmen ağlatmadan duramaz seyirciyi, yılların tecrübesi sonuçta. Yılmaz vural bir, James Cameron iki (tecrübe açısından)...

Neyse, konuya gelirsek: Kurtlarla Dans'la Son Samuray'ı al, herkesi maviye boya, al sana Avatar. Yalnız Titanicten de (taytanik okunuyor) bir kaç sahne olaydı o zaman çok güzel olacaktı. Şu pruva sahnesi var ya, kız kollarını açıyor, leonardo da arkadan değdiriyor filan, o da olsun diye çok bekledim ama çıkmadı. Ama görsel efektler, 3D filan süper, ona bir şey demiyorum. Hatta dur, şunu diyorum: "adamlar yapmış".

19 Aralık 2009 Cumartesi

Aldım İngiliz Kızını, Çekemedim Nazını

Nedir bu İngiliz kızların hali arkadaş! Bunların anası babası yok mu yahu? Yerden mi çıkıyor bunlar? Veya Milliyet Gazetesi abartıyor bu konuyu. İnternet sitelerinde sürekli İngiliz kızların içip içip sapıtmalarını konu ediyorlar. "Milliyet seksi fotoları için tıklatma" bölümünün müdürü mü özellikle takip ediyor anlamadım.
(Türkiye'de de görmek istediğimiz manzaralar)

Buradan "Milliyet gazetesi seksi fotolara tıklatma müdürü"ne sesleniyorum. Bırakın hocam eğlensinler. Genç bunlar. Şimdi dağıtmayacak da ne zaman dağıtacaklar. Başka işiniz gücünüz yok mu sizin? Biraz da haber yapın yahu!

17 Aralık 2009 Perşembe

Kamyon çeker 30 - 40 Ton, Gönlüm Çeker Paris Hilton

Gün geçmiyor ki trafiğimizde bizi şaşırtan yeni bir kişilik daha ortaya çıkmasın. İstanbul trafiğinin methini yapmanın artık yersiz olduğu bu zamanda bazı trafik kimliklerine tanımlama getirerek bir rehber mahiyetinde çalışmayla Evde Kendimiz olarak yanınızdayız, arkandızdayız, bir bakmışsın ordayız, hooop nasıl tak diye burdayız?

İlk örneğimiz Hilmilerden başlayalım,

Hilmiler trafiğe karışmadan önce, soğuk suya atlamadan önce ayağını sokup la la la diye kaçışan adamlar gibidir. Temkinden öte mıymıylık boyutunda araç kullanımlarıyla aslında trafiğe doğrudan zarar vermezler ama Haydarların gazabına meydan hazırlarlar.

(bir Hilmi örneği)

Haydarlar kompleks yapının en keskin bölümleridir. Genelde büyük araçlar kullanırlar ve diğer küçük araçlara bakarak Midtown Madness ile Carmageddon arası bir sürüş zevki yaşarlar. Dişi sürücüler onlar için “bonus stage” gibidir. Bayanların araçlarını sıkıştırdıkça leblebi gibi bonusları toplarlar.

(bir Haydar örneği)

Cengizler ise Haydarlara benzerler ama sadece bayan sürücüler üzerine yoğunlaşmışlardır. Onlar araç sıkıştırmanın ötesinde kırmızı ışıkta araçların aynalarını birbirine değdirecek kadar yaklaşıp trafik fortu bile yapabilirler. Cengizleri ortalama 15 TL değerindeki Ray-Ban gözlüklerinden kolaylıkla tanıyabilirsiniz.

(bir Cengiz örneği)

Teyzeler işin en sıkıntılı kısımlarındandır. Eğer ki işlek bir yolun kenarındaki sıraya park edecekse Alişan edasıyla olay bitmiştir demekten başka çareniz kalmamıştır. Ani trafik zaafları yaşamalarını dikiz aynalarına astıkları kokuların çok fazla yoğun olmasından ve kimyasal değerlerin araç içerisinde kafa yapıcı etkisinden kaynaklandığı düşünülmektedir.

( bir Teyze örneği ama bahsi geçen teyzelere örnek olacak cinsten)

Onsekizdengünaldımbubabağaarabaalsanağlar shift delete yapılarak silinmesi gereken bölümlerdir. Haydarlarla reaksiyona girmeleri sonucu bu yaşam birimlerinin karbondioksit ve su olarak doğaya geri salınımları olasıdır ve sevinilesi gibidir.

(yorumsuz)

Taksiciler,minibüsçüler ve dolmuşçular konusu bu konudan ayrı tutularak uzun araştırmalar sonucu bir gün önünüze getirilecektir.

Çiçek Abbas filmindeki Şener Şen kadar başarılı sürüşler diliyoruz…

15 Aralık 2009 Salı

Tutamıyorum zamanı

Öncelikle bir saatin çalışma mekanizmasını basitçe anlatayım. Bildiğin akrepli yelkovanlı saat. Şimdi küçük bir motor var, pille çalışıyor. Bu motor saniye çarkını döndürüyor. Bu saniye çarkının dişlilerinin iç içe olduğu bir de dakika çarkı var. Saniye çarkı bir tur döndüğünde bu dakika çarkı 6 derece dönüyor ve bir dakika ilerliyor. Aynı şekilde dakika çarkının da bağlı olduğu daha büyük olan bir saat çarkı var. O da dakika çarkı tam tur atınca otuz derece dönüp bir saat ilerliyor. en baştaki motorun hareketi pille değil de zemberekle de sağlanabilir. Tam olarak doğru değilse de buna benzer bir şekilde çalışıyor.

Dijital saat ise bambaşka. Elektrik enerjisi ile çalışan çipler ekrandaki görüntüyü dğiştire değiştire zamanı gösteriyor.

Bir de bu saatin gösterdiği şeyi, yani zamanı durduranlar var, filmlerde falan yani. Zamanı durdurmanın falan imkansız olduğundan falan bahsetmeyeceğim. Benim taktığım başka bir şey.

Şimdi aga, sevgili yönetmen, arkadaşım filmin konusunda zamanı durdurma var, tamam. Her şeyin durması ama filmin oyuncusunun durmaması nasıl oluyor? Zaman durursa o adam da durur, durduğu için de zamanı tekrar başlatamaz ve öylece kalır her şey. Proton kımıldamaz lan. Belki paralel evrenlerde gerçekten durduran olmuştur da öylece duruyordur her şey. Hadi diyelim sadece zamanı durdurdun ama her şey oynuyor. Saatler neden durur? Ulan o mekanik sisteme zaman diye bir anlam yükleyen biziz. Ne bilsin garibim çarklar, motorlar falan ne için çalıştığını. O tık tık ilerler. Yani demem o ki, zamanı durdurursanız saatleri durdurmayın mal gibi.

Şöyle de bir şey var aslında. Zamanın durması açısından ilk teori daha mantıklı. Her şey kalır durdurulan anda. Hiçbir şey kımıldamaz. Hadi diyelim bir şekilde tekrar zamanı başlatma şansın var. Her şey bir anda duruyor ve sonra devam ediyor. Belki de oluyordur arada. Zamanı gerçekten durduranlar vardır. Fakat tekrar başlayınca aynı andan devam ettiği için anlamıyordur durdurduğunu. Adam sinirden makineyi kıracak ama meğersem makine çalışıyor.

Yok ya, girdin mi çıkamıyorsun böyle meselelere. Rakı masasında sabaha kadar oyalar lan bu adamı. Kenan Doğulu ne güzel şarkı yapmış, "ooh... onla mı uğraşcam lan" diye.

O değil de, yine yardıracam gibi geldi bu olay aklıma geldiğinde. Yazarken "amma da saçma oldu lan" dedim ben de.

11 Aralık 2009 Cuma

Ulama Aldatmacaları 09-02: Yer Elması

Pek bilinmeyen bir elmas türüdür yer elması. 3 ila 5 karat arasında olup yerde bulunan elmasa denir. Zaten insan yerde kaç kere elmas bulacak? Ondan pek bilinmiyor bu tür. Evde kendimiz olarak gittik Kamboçya'da bulduk yer elmasını.


Elmas yer düşmeyinen pul olmaz


Bu arada "Up" deyü bir animasyon var ya... Mutlaka seyredin, yerlere yatın. Biz izledik yattık, siz de yatın yere. Hem belki yere yatınca yer elması bulursunuz.

10 Aralık 2009 Perşembe

Halil Ergün'e konak teslim etmek

Dikkat ettim de, bu adam itinayla konak kaybediyor. Hangi dizide babasından buna bir konak kalsa "tak!" kaybediyor konağı. Eğer oğlunuz Halil Ergün'se ve bir adet konağınız varsa, ki oğlunuz o olduğuna göre mutlaka bir konağınız vardır, onu oğlunuza bırakmayın. Kesin elinden alacaklar konağı. Sonra millet de üzülecek gitti dağ gibi konak diye.

Sonra kendisi de üzülecek böyle bir yüz ifadesiyle. Misal konağınıza bekçi falan arıyorsunuz, konağınız kaybetmiş Halil Ergün de iş arıyor, sankın acıyıp da onu almayın bekçi olarak. Sizin konak da gider şerefsizim.

David Copperfield bile kaybedemez onun kaybettiği konakları. Hadi kaybetse de geri getiriyor adam. Halo'nun kaybettiği geri de gelmez. Aman diyeyim!

8 Aralık 2009 Salı

Su olsam ateş olsam, tabuttaki vampir olsam

Bu sene vampirlik iyi iş yaptı ha. Dizisi olsun filmi olsun vampirden kurtadamdan geçilmiyor ortalık. Gerçi kurtadamlar pek sevilmiyor, kıllı tüylü filan ya bunlar... Zaten ekseriyetle kötü adam rolündeler dikkat ederseniz. Ama vampiri kumpiri dersen akan sular duruyor aga. Hepsi de yakışıklı dalyan gibi çocuklar zaten, karizma desen karizma, şekil desen şekil. "Saçlar rasta kızlar hasta" yani...

Yalnız yılardır bu vampirlik olayını takip ediyorum (hani olur da ısırılır mısırılırsak artımızı eksimizi bilelim diye) şu ortamda bu işin temel kaideleri nelerdir daha bir mutabakata varılamadı arkadaş. Her gelen yeni bir icat çıkardı, neye inanacağımızı şaşırdık anasını satayım. Sarımsak iyi geliyor bunlara diye biliyorduk, bi film çıktı “yok lan o iş öyle değil, bişey olmuyo” dediler. Haç var dedik, öbürü geldi “yea safsata onlar batıl inanç, haç maç hikaye” dedi onu da çöpe attık. “Tahta kazık olmaz kafayı kesmek lazım” diyeni mi dersin, “gümüş suyuna yatırıp iyicene bir ovdunmuydu kendine gelir” diyeni mi dersin... Geçen bir fragman izledim, kızlı erkekli bir vampir grubu gündüz vakti sere serpe dolaşıyorlardı ortalık yerde. E hani bunlar güneşi gördü mü kavruluyordu, toz oluyordu, biz yıllarca bir yalana mı inandık? Yalan mıydı bunca yaşanmışlıklar?


Sen de yalanmışsın be Lestat


Yarın öbür gün vampirin biri anamıza bacımıza musallat olsa ne yaparız inanın bilmiyorum. Sarımsak mı tutayım, tahta kazık mı çakayım ne yapayım anlamadım ki? Vampirliği batsın, yıllardır yüz verdikçe tepemize çıktılar zaten, "ha Lestatıma, ha yiğidime" dedikçe iyice arsız oldular, terbiyesiz oldular. Bak bir zombisi, kurtadamı böyle değil. Daha bir gariban, boynu bükük onlar; efendi gibi taze beyni yiyip gidiyor adam. Ama vampir oldu muydu bir artislik, bir şekiller... Lord musunuz oğlum başımıza?


26 Kasım 2009 Perşembe

Kaybolan bir değer: Beyaz Atlet

Gün geçmiyor ki bir manevi değerimiz, bir kutsalımız daha modernite uğruna, çağdaşlaşma uğruna ayaklar altına alınmasın sevgili okuyucular. Kadınlara yaranmak uğruna kaybettiklerimiz yüzünden, yarın öbür gün mahşer günü geldiğinde atalarımızın, dedelerimizin; bizi biz yapan değerleri oluşturmuş, yaşamış ve yaşatmış o elleri öpülesi insanların yüzüne nasıl bakacağız inanın bilmiyorum. Biz bu kadar aciz bir toplum nasıl olduk, bu kutsal değerleri nasıl kaybettik anlayamıyorum.


Parmak arası terlik mi giymedik bu uğurda, beyaz slip donları çöpe mi atmadık birer birer? Yoksa o amcalarımızın, dayılarımızın gurur duyduğu göğüs kıllarını tüy dökücü kremlere kurban mı vermedik? Bugün ugg giyen erkekler bile var artık, bu utançla nasıl yaşayacağız?


İşte bu utanç yolunun başlangıcı beyaz atlete uzanıyor sevgili evdekendimizciler. Analarımızın cefakar elleriyle, “oğlum belini korur, terini alır” diye diye zorla giydirdiği beyaz atlet; ilk kurban oydu.


Evet, önce özel günlerde giymemeye başladık atleti. Olurda soyunmak gerekirse, tişörtü çıkarınca direk çıblah vücudu ortaya koyalım, seksapel meksapel diye diye takvime bağlandı atlet giymek. Sonuçta duyuyorduk görüyorduk; bütün kızlar karşıydı atlete. Hele ki belden yiyeceğimiz soğuklara karşı donun içine sokmak yapılan en büyük yanlıştı, çok iticiydi. Siz hiç brad pitt’in soyundup da donun içine sıkıştırılmış atletiyle kaldığı bir sahne gördünüz mü?




bu bebe giyince seksi oluyodu ama di mi? işte ikiyüzlülüğün tarihi

Sonra özel günler genel günlere döndü; “tişörtün altından belli oluyo, çirkin duruyo abi yeaa” diye diye unutuldu gitti güzelim atlet. Şimdi kış günü götümüz dona dona geziyoruz. İstediğin kadar montu kazağı giyin, atletin yerini tutmaz, o kat kat kazaklar belden giren zalım soğuğu kesemez....


Yazın teri alan, kışın beli tutan o mübarek giysiyi; o ecdadımızın bayrağını, “olurda bir manitasal durum olur” diye diye kaldırdık attık bir kenara....

24 Kasım 2009 Salı

Böyle söyleyince daha bi' şey oluyo: Tatmak!

Bu serinin cizleme-krep yazısında arada geçmiş, sonradan yazmayı unutmuşum. Bugün nostalji yapıp eski yazılara bakarken gördüm.

Evet efendim, tatmak! Nedir efendim tatmak? Bir şeyin tadını alacak kadar ağızda gezdirmek falan. kullanım olarak ise tatmak deyince bir tadına bakmak için bir lokma alıp daha fazla yememektir. Zaten bu yazıya konu olanlar kelimeyi o şekilde kullananlar değil.

Konumuz yine bu entel mi desem, beyaz Türkler mi desem, ne desem bilemedim. Aha da o insanlar işte. Bunlar yemenin hayvanca bir şey olduğunu düşündüklerinden midir nedir, yemez içmezler. Boğazda balık tatmaya, Arif Usta'nın kebabını tatmaya, La Bonsuar'daşarap tatmaya giderler. Zannedersin ki balıktan bir lokma, şaraptan bir yudum alıp, "ziyade olsun" dedikten sonra kaçıyorlar. Ha gerçi bunların gittiği yerlerdeki porsiyonlar tadımlık gibi, o ayrı. Hele ki bir de tavsiyeleri yok mu? Bana böyle bir tavsiye verirlerse diyalog şöyle oluyor:

- Ya depikcim, Ortaköy'de Mustafa Abi var. Krepini mutlaka tatmalısın...
+ Ne tadacam lan! Adam gibi Oturur yerim cizlememi.

Belki de gıdanın kendisiyle alakalı. Krep tadılır, cizleme yenir falan...






<-bunlar tadıyor------bu abiler ise yiyor->








Ek dilbilgisi dersi - İşteş fiil: Bir eylemin karşılıklı olarak yapılması. (Örn. atmak-atışmak)


(bu da mutfakta yapılan işteş fiil)

22 Kasım 2009 Pazar

Büyüyoruz inşallah, amin!

Benim eşekliğimden kaynaklı bir gecikme nedeniyle, daha önce olması gereken bir şeyi açıklıyorum. Birisi daha geliyor gibi inşallah. Kendisi kabul ederse bir tane daha canavarımız oluyor sayın Evde kendimizciler. Haydi bakalım...

Kabul eder veya etmez ama belli olduktan sonra kendisinin blogunu da duyuracağım burdan. Canavar gibi blog şerefsizim.

21 Kasım 2009 Cumartesi

Teşekkürler!

En vefalı blog ödülü sahibi Evde kendimiz, dükkanına uğrayan müşteriyi "bizim bi arkadaş da şöyle enteresan şeyler satıyo" diye ikna edip arkadaşına yönlendiren vefakâr esnaf gibi, kendi bloguna gelenleri bize doğru akıtan canım bloglara teşekkürü bir borç bilir. Hepinizin de bildiği gibi Evde kendimi borcunu öder! İşte o üyeler:

Desteğini esirgememe konusunda her zaman bir numara olan, kendi adını taşıyan bloguyla : Bi dost!

Evde kendimiz'in ruh ikizi, kültür bacanağı blogu "Ben bu yaz nerdeydim?"'le: Edward Ander.

Her daim enerjik, her daim "turist!!"

Mühendis bir bakış açısı getiren Teecetveli!

"Paranoyak olmam öyle demek değil bi kere" manasındaki bloguyla: Gülş!

Şarlo'nun kızı bloguyla: Machu Picchu Kaymakamı (ismi yanlış yazdıysam affola)

Bunlar Sitemeter'dan gördüğüme göre bize yönlendirme yapan bloglar. Yarın bir gün sayısal falan çıkarsa kıyak yapacağım insanlar bunlar. Gözden kaçırdıklarımdan da şimdiden özür dilerim.

Evde kendimiz teşekkür eder...

18 Kasım 2009 Çarşamba

Ölmeden önce yapın 003 (zaten öldükten sonra yapamazsınız)

Fark Yaratın!

Fakat öyle "tarzınızla fark yaratın" şeklinde Evde kendimiz mantığına aykırı tavsiyeler vermeyeceğim. Benim söyleyeceklerim bunun tam aksidir ve eğlence garantilidir. Eğer utanma duygularınızı bir kenara atıp söyleyeceklerimi denerseniz acayip eğlenirsiniz. Tabii birkaç tane kafa dengi arkadaş lazım. Her biri tarafımdan denenmiş ve hayatımın en eğlenceli anlarından olmuştur.

Öncelikle kısa bir demeç vereyim. Hani bazı davranışlar vardır, aslında siz de pek sevmezsiniz. Bunları yapanları hiç görmek istemezsiniz. Çünkü onlar gerçektir. Fakat öyle olmadan, öyleymiş gibi yapmak müthiş zevklidir. tabii ki etraftakileri aşırı derecede rahatsız etmekten bahsetmiyorum. Bunu tasvip edemeyiz ama göreceksiniz ki etrafnızdaki bazı burnundan kıl aldırmayanlar sizi kınayacaklardır ama çoğu da sizinle beraber eğlenecektir.

Karda poşetle kayın!
Şimdi çoğumuz zaten yapıyoruz bunu, biliyorum. Fakat benim dediğim öyle sokak arasında değil. Misal gidin Uludağ'a. Herkes ciks ciks kayak takımlarıyla, nezih pistlerde kayarken, çıkarın buzdolabı poşetini, 3-5 kişi oturun üstüne "ahaleeooyy, vahaleeooyy" diye kayın pistten aşağı. Pistin sonunda da öküzlemesine kahkaha atın.

Plajda çizgili pijama ve atlet giyin!

Bunu hemen hemen her plajda yapabilirsiniz ama "solar beach" falan gibi mekanlarda daha etkili olur. Grup olarak denize doğru koşarken "ahaleeooy, vahaleeooy"larınızı eksik etmeyin. Denize girdiğinizde kesinlikle yüzmeyin, sadece çimin. Hatta kendi aranızda ayı şakaları yapın, bir de deve güreşi yapın.

Gözde mekanlarda fark edilin!

Mekan dediysem bir bar, kulüp falan değil. İçeriye almazlar zaten. Taksim veya bağdat caddesi gibi milletin şıkır şıkır gittiği yerlerden birine eskimiş pijama ve terliklerle gidin. Dizleri falan çıkmış olsun böyle. Hatta bacak arası bayağı bir delik olsun, ucundan donunuz görünsün. "ahaleeooy, vahaleeooyy"ları burada yapmayın. Pek anlamsız olur. Sadece şöyle bir yürüyün, kızları falan kesin.

Bunların hepsini yaptım ben. Çok şükür eşlik edecek arkadaşlarım oldu her daim. Fırsat buldukça da geliştirerek devam edeceğim.

Aklıma geldikçe ekleyeceğim, bunun gibi çok şey var. Siz de üretin bir şeyler. İnanılmaz eğlenceli bir durum. Hatta etraftan kınayanlar, rahatsızlık belirtenler falan olursa "bizim eğlenmeye hakkımız yok mu kardeşim? Biz de insanız, hor görmeyin" falan diye durumu ajite edin. Kendi gibi olmayanları hor görenlerle kafa bulmanın en güzel ve en eğlenceli yoludur bu. "Ayy şunlara bak!!" falan diye konuştukça daha da zevk alacaksınız, garanti ediyorum. "Iyyyy kıro!!" falan laflarını hiç kafanıza takmayın. Zaten dediğim gibi çoğu insan da eğlenecek sizinle beraber.

15 Kasım 2009 Pazar

Post modern türkücü Abraham Sweet



(Lütfen Bir_Ta$_attIm.mp3(mp3paylasak.org) isimli parçayı 3 kez dinledikten sonra melodiyi aşağıdaki dizelere uydurmaya çalışınız.)


Format attım windows'a zınk dedi(hata efekti)
Bill Gates çıktı, Vista'da hata çok dedi vay vay
Çift çekirdekle işlemciler hızlanır vay vayy
xxx.avi'ler, system31'de saklanır vayy vayy


Atalım mı bill gates amca atalım mı vayy vayy
Formatlarla hard diskte yer açalım mı vayy vayy
.harici alıp terabaytlarla coşalım mı vayy vayy

Softwareciler yazıp durur C+ da
Asus laptop ne hoş olur kucakta vay vayyy
Yanıverdi dvdler neronla vayy vayyy

Çift çekirdekle işlemciler hızlanır vay vayy
xxx.avi'ler, system31'de saklanır vayy vayy




(Abraham Sweet'in ilk albümünün kapağı)

9 Kasım 2009 Pazartesi

Sinemada Reklam İstemiyoruz!

Sinemada, artık boku çıkarılan, reklamlara isyan eden yeni bir blog kurdum. Ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yok. Fakat destek görüp tepki çığ gibi büyürse bir şeyler olabilir gibi geliyor bana.

Haydi bakalım. Gelin görün.

3 Kasım 2009 Salı

Çocuk Aklı: Sokaktaki Futbol

Bir erkek çocuğu için, erkekliğe adımları arasında sünnetle askerliği arasında 2 altın basamak vardır. Bunlardan birisi futbol oynamaya başlamasıdır. (Diğerini şimdilik düşünmeyelim.)

Sokakta oynayan çocukla, sokakta top oynayan çocuk arasında Endüstri Devrimi kadar büyük bir sıçrama vardır. Sokakta oynayan çocuk, saklambaç, yerden yüksek, seksek, hatta yeri gelir evcilik gibisinden envai çeşit oyunlarla zamanını geçirir. Bu oyunlar tıpkı birer flash oyun gibidir; basit, öğrenmesi ve uygulaması kolay. Ancak zevk konusunda saman alevi etkisiyle çabuk sıkan bu oyunlar arasında hızlıca alt+tab yapar çocuk beyni.

Gelir düzeyi düşük olan semtlerde bazı çocuklar vardır ki bazıları yukarıda saydığımız hiçbir oyunu oynamadan direkt olarak zımba, simit, uzun eşşek gibi şiddet tabanlı ve gün geçtikçe fizik gücü gereksinimini artıran oyunlarla stajını yaparlar. Unutulmamalı ki dünyada en çaresiz kişi tombul arkadaşının karşı takımda olacağını öğrenen çelimsiz uzun eşşek oyuncusudur. Bu sebeple bu çocuklar bir bakıma acemi birliğini tamamlarlar bu oyunlarla.

Ve asıl konuya geldiğimizde;

Sokaktaki futbolu gelir dağlımına göre basitçe ikiye ayırmak ve öyle incelemek gerekir.

1. Yüksek Gelir Düzeyli Sokak Futbolcuları

Bu çocuklar, aslında birer sokak futbolcusundan çok site bahçesi futbolcusudur. Pahalı halı saha ayakkablıları ve bilimum lisanslı klüp ürünleriyle onları tanımanız çok zor olmaz. Futbol kuralları arasında “istop” un varlığından habersizdirler çünkü maçları esnasında araba geçmesi söz konusu değildir.

Bu oyuncular genelde kiloludurlar ve top sürme yetenekleri hakikaten berbattır. Ancak genelleme yaparak bu tarz oyuncuların hepsini çöpe atmamak gerekir. Bunların futbol okullarına kayıt imkanları daha fazla olduğu için en azından profesyonel olup olamayacaklarını görme imkanları vardır. (Ayrıca Kaka Leite de Brezilya’nın en zengin ailelerinden birinin çocuğudur.)

Ne yaparlarsa yapsınlar futbol camiasında sevilmeyeceklerdir. (Kaka hariç, adam babasının eline bakmıyor.)

2. Dar ve Orta Gelir Düzeyli Sokak Futbolcuları

Endüstriyel futbol hakkında hiçbir fikri olmayan, üzerlerinde orijinal olmayıp, spor açısından oldukça elverişsiz sentetik maddelerden yapılmış ürünler olan, en lüks ayakkabıları ligspor ya da sportaç olan (biraz daha orta düzey için lescon da olabilir) çocuklardır. Futbola başlamadan önce zorlu fiziksel koşullar altında çeşitli oyunlar oynayan ve “ekmek arası” adlı bir beslenme rejimini uygulayan bu çocuklar için o üzerlerinde giydikleri alabildiğine adi ürünler hayatlarındaki en önemli şeydir. Bazıları, dayısı ya da amcasının verdiği bir forma yüzünden, o formanın ait olduğu kulübün çok sıkı birer taraftarı olmuşlardır ve yıllar sonra bunu hatırlamayacaklardır bile.

Futbollarındaki en önemli fark bir tarzlarının olmasıdır. Güney Amerika ekolüne yakın bir futbol stilini benimseyip, çok çalımlı bir stili içgüdüsel olarak benimsemek kanlarında vardır. Bu kötü alışkanlıklarından ilk “esnaf halısahasına davet edilen genç” sıfatına sahip olduktan hemen sonra vazgeçeceklerdir. Genel olarak vücut yapıları “kuru ama diri” olarak adlandırılabilir. Çok büyük bir yüzdeyle kara ve kurudurlar, aralarında süsüne meraklı olanlar varsa bunlar imaj olarak Cristiano Ronaldo olma yönünde ilerleyeceklerdir.

Tüm bu açıklamalardan sonra konuyu “Türkiye’deki sokak futbolu nereye gidiyor?” diye sosyal bir platforma taşıyacak olursak ve yukarıda belirttiğimiz iki gruba bu soruyu ayrı aryı yöneltirsek şöyle cevaplar alacağımız araştırmacılarca deneysel olarak kanıtlanmıştır:

1. Grup (yüksek gelir düzeyi) : A

2. Grup (dar ve orta gelir düzeyi): B

Evde Kendimiz: “Sence, Türk Sokak Futbolu nereye gidiyor ufaklık?”

A: Ben nereye istiyorsam oraya gidiyor, çünkü top benim!

B: Camiye su içmeye gidiyolar abi, ben eppek yicem diye gitmedim onlarla.

31 Ekim 2009 Cumartesi

Maksim Tsigalko Gibisin, Teklif Etmek İstiyorum


-Öncelikle hızlıca MERHABA’mı araya sıkıştırıp devam etmek isterim…-


Türk insanının teklifle arasında bir sorun var ve gayet ciddi bir sorun. Her türlü teklife karşı inanılmaz gergin bir yapıya sahibiz törkiş dilaytlar olarak. Sadece gelen tekliflere değil, yapacağımız tekliflere de ürkek birer ceylan gibi iri gözlerle bakıp, fiti fiti diye sekmeye başlıyoruz ve uzaklaşıyoruz.

Böyle bir genelleme yaptıktan sonra, asıl konuya gelmek lazım gelir;

Seviyorsan git konuş oğlum!

Evet sevgili evdekendimizciler, bu cümle tez konusu olabilecek kadar derindir özünde. Bir kızdan sırf bu sözün büyüsüyle hoşlanmaya başlayabilirsiniz.

- Abi yok ya biz onunla arkadaşız, tamam yakıştırmışsınız falan ama olmaz yani, hem ben esmer sevmem ki…

- (hmzzzz, çare kalmadı artık son kozu çekmeli) Seviyorsan git konuş oğlum…

- Doğru diyosun lan!

Olay bu kadar fantastik kuntastik bir şeydir işte. Bir erkeğe verilecek gaz bu sözden geçer ama adamı rezil de eder vezir de eder. Atraksiyon arayan yurdum erkeği en yakın arkadaşını salıverir meydana. Saf, temiz, olacaklardan habersiz gencimiz “heee eheee heheee” diye bir sırıtmayla etrafta dolanır.

Bir kıza nasıl teklif edilir ki?

- Merhaba Selin, iç borçlanmalarını dengeli bir faiz oranıyla kredilendirme yöntemiyle asgari düzeye çekmek için sana borç vermeyi teklif ediyorum.

IMF miyiz biz de teklif götürüyoruz kızlara. Ya da Fener’e yeşil ışık yakan futbolcular gibi teklif mi bekliyor kızlarımız?

Holivut filmlerinde ne güzel, hafta sonundaki konsere 2 biletim var diyorsun, kız hemen anlıyor durumu. Ama yurdum erkeğinin hafta sonunda elindeki tek aktivite halısaha maçı. Kıza gidip de;

- Selin , Rıfat Abi’lerin kadroyla canavar maç var hafta sonu. Çok kemikler kırılacak, çok canlar yanacak.

diyerek söze girmek çok etkili olmaz kanımca.

İş bu “teklif etmek” kavramı bilimum Selinlerin ve Melislerin çıkardığı bir terimolojidir. Hele ki bir “çıkma teklifi” vardır ki böyle manalı bir isim tamlaması nasıl oluşmuştur çözen beri gelsin. Yurdum erkeğinden The O.C. tavırları beklenirse, “o.ç. sensin laa” diye dalıverir o olur…


(Maksim Tsigalko)

Geliyor!

Yeni yazar diyordum ya. O geliyor işte. Sabırla bekleyin Evde kendimizciler. Evde kendimiz ruhuna sahip bir yazarımızla prensipte anlaştık, bonservisi de bolta şu an. Her an takımla çalışmalara başlayabilir.

27 Ekim 2009 Salı

Anket değerlendirmesi: Bayram değil, seyran değil; eniştem beni niye öptü?

Bir anketimizle daha karşınızdayız sayın Evde kendimizciler! Lafı uzatmadan sonuçlara ve değerlendirmeye geçiyorum. Zira lafı uzatmayı hiç sevmem. Misal bazıları lafı uzattıkça uzatıyor, hatta konuyu unutuyor. Ne diyordum?


Bu anketimizde gençlerimizin çevrelerindeki insanların başına gelen olaylara nasıl yaklaştığını irdeledik alttan alttan. Tabii ki siz anlamadınız. Bunlar hep psikoloji biliminin şeyleri. Çıkardığımız sonuç ise şu: Gençlerimiz duyarsız! Herkes kendini düşünüyor. Her koyun kendi bağağından asılır mantığı hakim. Yakıştıramadım... Geri kalanlar ise ya geçiştiriyor, ya da suçu mağdurda buluyor. Eniştenin öpüp koklama hakkını savunan oylar benim zaten, olur öyle arada.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Bugün ayın kaçı? (Hangi ayın?)

Gayet dandik bir başlık olduğunun ve yazı hakkında hiçbir şey anlatmadığının farkındayım ama yapacak bir şey yok sayın Evde kendimizciler. Mesele şu ki ben bugün kullandığımız şeylerin ilk nasıl ortaya çıktığını ve diğer insanlar tarafından nasıl kabul görüp kullanıldığını çok merak ederim. Merak etmekle kalmam, fikir de yürütürüm. Bir de buraya çıkar, bunları sadece ben yapıyormuş gibi, anlatırım.

Bu konuyu daha önce başka bir platformda da incelemiştim. Ben takvim olayına taktım. Tarihin tutulması olayı yani. Bugün 26 Ekim 2009 ve pazartesi günündeyiz. Dünyaca miladi takvimi kullanıyoruz falan. Gayet güzel. Saat dilimlerini falan ayarlayıp düzeni oturtmuşuz, şahane. E iyi de zamanında nasıl oldu bu olay. Dönelim geçmişe...

İnsanların insan gibi yaşamadığı zamanlar efendim bunlar. Bir takım gelişmeler yaşanmış, kıçı donanlar ısınmak amacıyla çalı çırpıya sürtüne sürtüne ateş çıkarmışlar falan. Hafiften yerleşik hayatada geçilmiş. Mağara mağara nereye kadar denmiş ve evler yapılmış. Fakat hala havanın ısınıp soğuması falan bunlara çok enteresan geliyormuş. Sonradan birileri farketmiş ki, bu havalar bir üre iyi gidiyor, sonra bozuluyor. Bir dönem çoğunlukla güneşli, sonra bir dönem kar yağıyor. Bir iki akıllı bunu sürekli tekrarladığını farketmiş. Ölçü olarak alınabilecek tek şey de "gün" dediğimiz şey. Muhtemelen ilk karın yağdığı zamandan başlamış ve havalar ısınıp tekrar ilk karın yağdığı güne kadar kaç gün geçtiğini saymış. Bunu yapanın da yeni evli bir kadın olduğunu düşünüyorum. Zira evlilik yıldönümü için zaman bulunmadıysa ben de ne olayım.

Şimdi dünta üzerinde çeşitli yerlerde yaşayan bir sürü toplumda bunu yapanlar olmuş ve herkes kendine göre bir takvim oluşturmuş. Bunu yaparken de önce 365 gün olduğu bir şekilde belirlenmiş. Sonra "Aga bu çok uzun. 236. gün sen benden borç aldıydın denmez. Bunu bölelm biz" demişler ve 12 ayda karar kılmışlar. Bunu 12 ay olarak belirleyenlere de ayrıca teessüf ediyorum. 16 yapsanız ne olurdu lan! 16 maaş alırdık bir senede.

Asıl mesele bundan sonra başlıyor. Şu anda istediğimiz anda dünyanın öbür ucuyla iletişime geçip saati bile sorabiliriz. Haliyle tüm toplumların takvimini senkronize etmek zor değil. Zamanında öyle miydi peki? Daha telefon bile bulunmamış. İletişimin en hızlı yolu güvercin. Kervanlar falan da var tabi.

Demem o ki bundan 2000- yıl önce falan her millet kafasına göre takvim tutuyordu. Herkes yılı 365 güne bölüp aynı ay sistemini kullansa bile, herkes farklı yerden başlar ve günler yine şaşar. Hadi yılı aynı yerden başlattın, günlerde mümkün değil. Avrupadan Çin'e bir kervan gidiyor misal. Avrupalı diyor ki, "Sene 3, 4. ayın 15. günü ve bugün salı". Çinli de diyor ki, "Hacı sene 3. 4. ayın 15 indeyiz ama bugün cuma." Neden böyle oluyor? Başka türlü nasıl olacak zaten?

Hadi biri buldu da tüm dünyayı dolaşıp hangi yılın hangi ayının hangi günü ve o günün haftanın kaçıncı günü olduğunu anlattı diyelim. Kim kabul eder lan? Birisi gelip beyler "Sizin takvim yanlış. Sene 361, 3. ayın 14 ündeyiz. Bugün de perşembe. Ayrıca haftada 7 gün var, 5 değil. İki gün ismi daha uydurun" dese dayak yemeden kurtulabilir mi? Adam borç vermiş 6. ayın 4. gününde geri alacak. Senin takvimine uyup o borcu riske atar mı? Sonra dünya yuvarlak. Ne malum senin kendi ülkenden buraya gelene kadar günü sapıtmadığın? Doğudan dolaşsan farklı, batıdan dolaşsan farklı işleyecek belki tarih.

O bakımdan ben derim ki, bu tarih kitaplarında falan birbirini tutmayan tarihler bu yüzdendir.

Bu arada oturdum inceledim. Bugün miladi takvimin 733219. günü. Tamı tamına 104745 haftadan sonra 4. günmüş bugün. Yani miladi takvim cuma günü başlamış. Bu da saçma. Bir takvim başlatıyorsun ve ilk günü cuma. Senden önceki takvimleri silip atmışsın. Yeni bir tarih yazıyorsun ve ilk günü cuma. Saçma değil mi lan? Her insan bunu pazartesi başlatır. Ha eğer seneye, hatta tarihe haftasonuyla başlayalım dersen tamam. Belki de haftanın ilk günü cumaydı o zaman. Sonradan pazartesi yaptılar. Bu da saçma. Niye değiştiriyorsun lan?

Kafam karıştı anasını satayım.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Şehir Rehberi (City Guide)

"O nerde lan?" dedim. Başladı anlatmaya...

"Şimdi meydandaki heykelin oraya git. "Ulu Cami'"yi göreceksin. Onun sağındaki sokağa gir. Yüz metre ileride sağda "Atatürk İlköğretim Okulu"'nı göreceksin. Geçince sola dön, ordan ilk sağa gir. Biraz ilerde "Dostlar Kahvehanesi"'ni göreceksin. Tam karşısında "Kardeşler Lokantası" var. Onun hemen sağından giriyorsun, biraz ilerde "Üçler" Ekmek Fırını var. Tam karşısında "Köşem Market" var..." diye uzun bir süre daha devam etti.

"İyi de" dedim, "Hangi şehir bu?".

"Farketmez" dedi.

For foreign At home ourselves fans:

go go go. turn right. you will see "Ulu Mosque". turn left. go go go gooo....

20 Ekim 2009 Salı

Bir yol hikayesi

Thelma ve Louise tadında bir yazı bekleyemeyin. Annemlerin köyünde ekin biçilmiş, sapları da babamın köyüne götürülecekti. İki köy arasında yolculuk etmek için şehre inip diğer köye gitmek gerekiyordu normalde. Biz hep öyle yapıyorduk. Fakat bu sefer diğer köyler üzerinden gidilecekti.

Yanlış hatırlmıyorsam altıncı sınıfın yazıydı. Çünkü Tarkan'ın "Şımarık" şarkısı çıkmamıştı daha. Kamyonun kasasını tepeleme doldurnuştuk. Hatta şöför kabininin bile üstüne tşmıştı. Abimle içten içe "kasada gideriz inşallah" hesapları yapıyor ama, babama soramıyorduk. Zaten annemle babam şöförün yanına otursa, biz mecburen kasada gidecektik.

Beklenen oldu ve babam yolcu listesini açıkladı. bizim biletlerde kasa yazıyordu. Vakur bir biçimde "gideriz artık kasada, naapalım" gibisinden tepkiler veriyorduk ama, çıldırmak üzereydik. Upuzun bir yoldu ve kasada gidecektik lan.
(buradan 100 kişiyi çıkarınca bizim yolculuğu gözününüzn önüne getirebilirsiniz)

Yaz ortası olmasına rağmen hava çok sıcak değildi. Tepede güneş vardı ama çok yakmıyordu. Zaten sıcak değil de, nem fena yaptığı ve Devrek'te çok nem olmadığı için çok rahatsız değildik. Kasaya atladık ve yolculuk başladı. Balyaların arasında kendimize birer yer yaptık ve otura otura devam ettik bir süre. Sonra yavaştan ayağa kalkmaya ve ön kısımlara ilerlemeye başladık. Açık havada yolculuk yapmak kadar güzel bir şey yoktur sayın Evde kendimizciler. Biz de Fargo'nun kasasında bir nevi cabrio tadı yakalıyorduk. Cabrioyu kim kaybetmiş de biz buluyoruz zaten. Bizim için cabrio kamyon kasasıdır.

İlerledikçe diğer köylerin içinden geçmeye başladık. Köylerin içinden geçerken meyve ağaçlarının dalları gelmeye başladı üstümüze. O da son nokta oldu bizim için. Elmaya armuda dalmıyorduk, ağaç ayağımıza geliyordu. Biz sadece uzaktan kestirdiğimiz olmuş meyveleri elimizi kaldırarak alıyorduk. Hele bir seferinde bir salkım çekirdeksiz çavuş üzümü yakalamıştım. Hey gidinin be!

Hafif ve ılık esen rüzgarı hissede hissede ilerliyor, türlü meyveler yiyor, hafif aksiyonlar yaşayarak dünyanın en güzel yolculuğunu yapıyorduk. Birisi çıkıp da şehirlerarası otobüs yerine bu kamyonu koysa iki katı para verir, on katı yavaş gitmeyi seçerdim. Fakat otobandan gitmeyecek. Mümkün olan en sapa yoldan gidecek. Şerefsizim paranın gözüne vurursun. Zaten yük taşıyorsun. Üstüne yolcu parası, mis!

Bir iki kez kalın ve alçak dallar yüzünden küçük tehlikeler atlattık ama bir seferinde kasanın kenarındayken küçük bir virajda dengemi kaybedip düşüyordum nerdeyse. Filmlerde otobüsün yanına tutunup giden aktörler gibiydim. Bildiğin Jeki Çen olmuştum. Son anda balyaları bağladığımız ipe tutunup düşmekten kurtuldum. Fakat bacaklarım falan bayağı sarktı aşağı doğru. Şöför o an aynadan baksa, o da tam bir film tadı yakalardı. Sonra tırmanıp kurtuldum çok şükür. Çünkü korktuğum düşmek değil, babamın azarıydı.

Bu olaydan sonra daha temkinli devam ettik yola. Her güzel şey gibi bu yolculuk da bitti sonunda.

Çocukluk güzeldi be. Köyde insanlar vardı, arkadaşlar vardı, akrabalar vardı. Hayvan güdüp derede falan yüzüyorduk. En büyük derdimiz çükümüzün ne zaman kalkacağıydı. Sonradan o da oldu zaten. Öyle güzeldi ki, üzerine ne yolculuklar, ne maceralar yaşamaya rağmen onbeş sene önce yaşadığımız bir-iki saati beynimize kazıyordu.

17 Ekim 2009 Cumartesi

Evde kendimiz yeni yazarını arıyor

(temsili resim)

Arıyor da nerede arıyor? Aha da burada arıyor. Kafama esti şimdi. Evde kendimiz'in isyankar, bilinçli, diyalektik tavrını benimsemiş, sporun ve sporcunun dostu, sanata ve sanatçıya saygılı, dünyanın şu haline kaygılı, "ben yaparım lan" diyen yazar veya yazarlar arıyoruz. Askerde olan, askerde olmasa da askerdeymiş gibi yapan yazar arkadaşlarım sağolsun, biraz destek yazarlara ihtiyacımız var.

Gayri ciddiyetimize katılmak isteyenlerle görüşmek isteriz. Aradığımız tek şart Cankan'dan Yaranamadım'ı baştan sona dinleyebilmek. İletişimde yazan maile yazabilirler ama onun şifresini unuttum. AOE biliyor, o da askerde. Onun içün şimdilik koraybagcan@gmail.com'a da mesajlarını iletebilirler. Bir iki yazı yayınlanır, baktık Evde kendimizciler de beğeniyor, devam ederiz. Sonuçta önemli olan onlar, değil mi?

Sonradan: bu arada şifreyi attım, tuttu. İletişim mailine de yazabilirsiniz. Gerçi bir girdim maile, kimse yazmamış lan! Bir kişi mi iletişmek istemez? Çok üzüldüm yine.

16 Ekim 2009 Cuma

Anket değerlendirmesi: Küçük Tayyip...

Türk gençliği ve orta yaşa yaklaşmaya yüz tutmuş insanlarının, güncel konular hakkında, siyasi, toplumsal ve edinimsel fikirlerini çaktırmadan öğrenmeye çalıştığımız, toplumun adeta ağzını aradığımız anketlerimiz devam ediyor sayın Evde kendimizciler. Yoğun ilgi görmeyen sdon anketimizle karşınızdayız. Öncelikle, neden ilgi görmüyor lan bu anketler? Bir tane şık işaretleseniz ne kaybedersiniz? Halbuki her fikri yansıtan şıklarımız mevcut anketlerimizde.

Son anketimiz Küçük Tayyip'ti. Bu köşeden onca azarlamam boşa gitmemiş bunu anlamış oldum.. Günbegün sizlerin toplumsal ve siyasi olaylara olan ilginizin arttığını ve bu konular hakkında fikir yürüttüğünü görmek çok güzel. Türk gençliğini apolitiklikten kurtarıyoruz yavaştan.

Fazla söze hacet yok. Katılımcılarımızın büyük çoğunluğu duygu sömürüsünü yememiş ve siyasi duruşunu otya akoymuş maaşallah. Zaten geriye kalan 19 oyun 10 tanesini falan ben verdim. Gençlik canavar. Aynen devam!...

6 Ekim 2009 Salı

Reel ekonomi 008: Sektöre yön verenler

Yine uzun bir aradan sonra yine karşınızdayız sayın Evde kendimizciler! Neden uzun bir ara oldu pek? Çünkü yazı dizimizin normal seyrinden çıkıp sektörlere yön veren insanları ve onların fikirlerini blogumuza taşımaya karar verdik. Verdik dediğim Mahir Eğilmez'le ben düşündük bunu. Bir gün Bebek'te bir kafede ekonomi üzerine muhabbet ediyorduk. Ekonomi üzerine edilebilecek en zorlu tartışmaydı bu. Hesabı sen mi ödeyeceksin, ben mi ödeyeyim tartışması. Dedim "Mahri valla olmaz, ben ödeyecem". Kızdı bu... "Ulan benim adım Mahfi, Mahfi... Ayrıca ne münasebet. Ben öderim hesabı." diye çıkıştı. "Tamam Mahvi, sen öde. Yeter ki kızma" diye aldım gönlümü. Sonra sordum buna "Ya Mafhi, Reel ekonomi'ye yeni bir soluk lazım. Ne yapsak ki?". Bu dedi "kendi sektöründe lider konumundaki insanları konuk et" diye. "Ulan Mahli, işi biliyon hea" diye omuzlarını kabarttım tabi bunun.

Bu yazımızdaki konuğumuz otoparkçı Hulusi Şengül. Kendisi otopark sektörüne yön verenlerden birisi. Giriyorsunuz otoparka, "Sağ yap sağ sağ sağ! Şimdi öyle gel, gel öyle gel geeel" diyerek yön veriyor.
(Hulusi Bey bizleri ofisinde ağırladı)

Şimdi röpörtajımıza geçelim:

- Hulusi Bey bu işe nasıl girdiniz?

- Peder bey yazları boş durmayayım, hem iki para kazanayım diye bizim mahalledeki otoparkçı Mustafa Abi'nin yanına verirdi beni. Öyle girdik işte.

(gülüşmeler...)

- Peki nasıl bu kadar yükseldiniz?

- İki sene sonra Mustafa Abi'yi bıçakladım. Adam üstüme fazla gelmeye başladı. Görev tanımında olmayan görevler yüklemeye başladı üstüme. Kurumsal bir işletmeye yakışmayan hareketlerdi. Ben de kariyer planım doğrultusunda bıçakladım kendisini. Namımız yayıldı tabi o genç yaşta. Reşit olmadığım için biraz yattım çıktım. Sonra yürüdük işte.

(gerilmeler...)

- 2008 global mali krizini, otopark sektörü çevresinde değerlendirir misiniz?

- Valla zorlu bir dönem oldu. Özellikle toplu taşımaya yönelenler ve otoparka para vermek istemeyen sürücüler yüzünden bir hayli daralma oldu. Amerika'daki mortgage faizlerinin artması da bizi çok etkiledi tabii.

- Bu dönemi atlatmak için ne gibi uygulamalarda bulundunuz?

- Biraz fiyatları kırdık, üyeliği daha cazip hale getirdik. Arabasını yol kenarlarına çekenlerin arabasını çizdik, lastiğini patlattık falan. Böyle uygulamalar işte.

(gülüşmeler...)

- Peki sektördeki ve sektöre girmek isteyen gençlere neler tavsiye edersiniz?

- Ayaklarını denk alsınlar! Benim işimi bozanın yuvasın bozarım. Kimin müşterisini çalıyonuz lan siz! Adamın .mına gorum valla

- Hulusi Bey, ayıp olmuyor mu?

- Ne ayıbı lan godoş? Kimin ekmeğiyle oynuyonuz lan siz? Adamın asabını bozmayın. Valla bi çakarım, bi de yerden yersn alimallah.

(itişmeler...)

- Hulusi Bey vurmayın...

(kaçışmalar...)


fotoğraf: Mahvi

29 Eylül 2009 Salı

Sevdiğime varamadım, naylon çorap giyemedim...

Ertesi gün onunla buluşacaktım. Aylardır dantel gibi işlediğim planlar ya meyvesini verecekti ya da yeni bir tecrübe oarak tarihin tozlu sayfalarında yerini alacaktı. Yıllardır bir kızın elini bile tutmamıştım. O son tuttuğum da minibüsten düşmek üzere olan kızın eliydi. Belki de hayatını kurtarmıştım ama kuru bir teşekkürle idare etmiştim. İşte o gün anladım ben holivud ve bilimum sinema sektörünün bizi yediğini. Öyle tesadüfen tanışmakla bir şeyler olmuyordu. Hatta tanışılmıyordu bile. Alacağınız bir kuru teşekkür. O yüzden başlarım holivuduna da driv berimoruna da diyerek organize ataklar geliştirme kararı aldım.

İşte o organize atakların en kombinesiydi bu. Bu sefer de olmazsa gey bir arkadaşımın içkili bir günde yaptığı teklifi değerlendirmeyi bile düşünebilirdim. Aylardır Nietche'den girip Sartre'da çıkmış, Duman'la yatıp Deep Purple'la kalkmıştım. Duman'la yatma kısmı mecaz yalnız, yanlış anlamayalım. Zira sevdiceğim alternatif bir insandı. Halbüse ben hep doğunun büyülü sesi İbo'yu dinler, İzzet Altınmeşe'nin "oy dügümeli dügümelli" şarkısıyla neşemi bulurdum.

İlk birkaç görüşmemiz iyi geçmemişti gerçi. Çok da kötü sayılmazdı ama "sen ne düşünüyosun deyvid finçırınn tüketim toplumuna yaptığı göndermeler hakkında" gibisinden sorularla derinime inmeye çalışınca elini boşlukta hissetmesi biraz zorlamıştı beni. Baktım işler kötü gidiyor, çok "büyük üstad"ın tavsiyesiyle samimiyete vuruyordum işi. "Ben o filmden bi bok anlamadım abi yea" diyordum, etraftakiler de gayet iyi anlamalarına rağmen samimiyi yalnız bırakmamak için "ben de abi" diye onaylıyorlardı beni. Halbüse ben filmi bile izlememiş oluyordum.

Gel zaman git zaman, o beni biraz yukarı ben onu biraz aşağı çeke çeke bayağı bir yaklaştık birbirimize. Kah dürümcüye gidiyor, kah bienale katılıyorduk. Hatta bir gün otobüsle İstanbul Modern Sanatlar Müzesi'ne giderken Ömer Danış'ın listeleri alt üst edemeyen şarkısı "Şerefsiz"i mırıldanırken farketmiştim. Doğu-batı sentezi gibi olmuştuk anasını satayım. Artık bu sentezin ismini koymaya gelmişti sıra. O gün bugündü işte.

Memleketten bir arkadaşın Frank Sinatra'nın eski bir albümünü istediğini söylemiştim kendisine. Beraber bakalım, hem bir şeyler içeriz diye kendisine söylemiştim. Zaten Frank Sinatra'nın yeni bir albümünün olmadığını belirtip kabul etmişti teklifimi. O da birisiyle görüşecekmiş, biraz erken çıkarmış evden.

Saçlarım 3 numara olduğundan işim kolaydı. Geceden sakal tıraşını da olmuş, basit ama etkili olduğunu düşündüğüm bir tişört ve iki pantolonumdan iyi olanını giydim. Sadece koltuk altı roll-on'umu sürüp evden çıktım. Öyle fiyakalı giysilere kızların aklını alan parfümlere gerek yoktu. Mevsim yazdı ve koltuk altım kokmasın yeterdi. En güzel koku insanın kendi kokusudur derdi babam. Terlediğinde kendi kokusunu duymuyordu çünkü.

Taksim meydanında buluşup tünele doğru yürümeye başladık. Galatasaray Lisesi'nin önüne geldiğimizde iki sanat akımı ve bir klasik müzik konserinden bahsetmişti bile. Sevdiği bir kafe vardı, orda oturmayı teklif ettim. "Albüme bakacaktık?" diye sordu. "Arkadaşım bulmuş onu ya. Az önce aradı. mp3üm.org'dan indirmiş." diye uydurdum hemen.

Oturup birer kahve söyledik. Artislik olsun diye krema ve şeker atmadım kahveye. O ise abandı, şekere, abandı süttozuna. Biraz hoşbeşten sonra yavaş yavaş mevzuya girmeye karar verdim. Fakat mevzu da girilecek bir şey değildi ki. "Güneyin incisi Antalyaspor bu sene lige flaş transferlerle başladı" diye girilmez ki bu mevzuya. Ben böyle kendi kendime ızdırap çekerken, "ne oldu ya, acayip terledin" diye sordu. Sıcak ve genetik bilimiyle harmanlayıp dikkatini dağıtttım. Lavaboya gitmek için izin istedim. Bir elimi yüzümü yıkasam iyi olacaktı.

Döndüğümde telefonla konuşuyordu ve ben sandalyeye otururken konuşması bitti. "Ya Erinç'in işi erken bitmiş. Gelmiş Taksim'e. Yanımıza gelmesini söyledim. Bi mahsuru yok dimi?" dedi. Çaresiz "yok canım, ne mahsuru olacak?" diye cevap verdim. Kimdi lan bu Erinç şimdi? Nerden çıkmıştı? Ben böyle düşünceler dalmışken Erinç geldi. Tanıştıktan sonra sevdiceğimin yanına oturdu ve kolunu omzuna attı. Sevdiceğim de gayet samimi bir şekilde ona yaslandı ve yanağından öptü.

Şimdi masada aylardır üzerinde çalıştığım planlarım, o planların müsebbipi kız ve o kızın sevdiceği Erinç'le oturuyor, bir yandan iki sevgilinin yanındaki üçüncü kişi oluyor, diğer yandan sütsüz ve şekersiz, apacı bir kahveyi içmeye çalışıyordum. İlkokulda altıma kaçırdığım günden sonra ilk kez bu kadar zamanın çabuk geçmesini ve içinde bulunduğum durumdan bir an önce kurtulmayı istiyordum. Aslına bakarsanız "öldürelim mi lan seni?" diye sorsalar galiba evet derdim. O an da yeni bir şeyi anladım. Bazılarının organize ataklara ihtiyacı olmuyordu ya da onlar hep organizasyonun kendileriydi zaten.

Yarım saat kadar oturduktan sonra izin isteyip yanlarından ayrıldım. Çok da gönülsüz bırakmadılar beni. Otobüse binip eve döndüm ve İbo açtım. Zaten "Bırakın Gitsin" "Another Brick In the Wall"dan daha güzel şarkıydı. İbo da Pink Floyd'dan daha içli okuyordu Allah için.

(Üstada saygılar...)

24 Eylül 2009 Perşembe

Uzaylı uzaylı dedikleri...

(Dünyaya gelecek adar akıllıyız ama kapana yakalandık, o ayrı)

Öncelikle haberimize bakalım: uzaylının cıbıldak resimleri

Neymiş? Meksika'da bulunan yaratığın dokularını falan incelemişler de, dna'sı var mı yok mu anlayamamışlar da, yüzde doksan dokuz uzaylıymış da... Ulan ne uğraştınız o kadar? Bana soraydınız söylerdim uzaylı olduğunu. Bu kadar araştırmaya ne gerek var? Baktım mı anlaşılıyor zaten uzaylı olduğu.

Benim üzüldüğüm ve yadırgadığım şey ise yıllardır hayallerini kurduğumuz, anamızdan bacımızdan daha dost olduğumuz uzaylıların çük kadar bir şey çıkması. Boşuna mı korktuk lan bunca sene? Bunlar mı ele geçirecek dünyayı. Bunlar hiçbir şey ele geçiremez, çünkü geçirecekleri elleri yok gibi bir şey.
(Bu fotoğrafı Türk gazeteci çekmiş kesin)
(Malumunuz biz kedi görsek apış arasına bakarız erkek mi dişi mi diye)


Bir de bunların nasıl geldiği var. Artık göktaşına mı bindiler, UFO mu yaptılar bilmiyorum. O kadar boylarıyla nasıl ve nereden geldi lan bunlar? Bizim aynı boyuttaki canlılarımız kanalizasyonda kovalamaca oynarken bunlar ta nerden gelmişler, helal olsun. Hoş o kadar yolu gelebilecek teknolojiye ulaşmışlar ama bildiğin kurt kapanına yakalanmışlar salaklar. Tek başına gelecek hali yok, yanında arkadaşları da vardı muhakkak. Fakat arkadaşlarını bırakıp gitmiş şerefsizler. Demek ki uzaydan adam çıkmıyor aga!

Demem o ki, uzaylılardan korkmaya gerek yok. Bunlar daha büyüyecek evrilecek falan. Bin yılı bulur bunların dünyayı ele geçirmesi.

23 Eylül 2009 Çarşamba

Ouch ne lan!

Şimdi efendim, dünya üzerinde envai çeşit dil var. Bunların nasıl oluştuğu hakkında şöyle bir fikrim var:
(mağara adamları bunlar)
- mhhaaa aaağğğsss zzğğooaaa!
+ ağınğa ıımmhh?
- mmhhaaa aağğğsss zğğooaaaaaa!!!!
+ hhaaıı????
- elma ulan elma! şu elmayı at diyom...

Yani tam olarak böyle olmasa da buna yakın bir şekilde gerçekleşmiştir heralde ilk konuşmalar. Gerçekleştiği yere göre değişir tabi. O son cümle İngiltere'de "-give the fucking apple", araya deniz girdiği için onları iyi duyamayan Alamanya'da "-fick dich, arschlog" şeklinde zuhur etmiştir. Sonuçta kaba adamlar Almanlar (onurlu ve centilmen alman halkını tenzih ederim).

Sonuçta her şeye bir isim koyalım diye düşünen atalarımız akıllarına gelen şeyi söylemiş, diğerleri de ona uymuş belli ki. Sonradan da kurallı cümle kurmak için dilleri geliştirmişler bölgeye göre. Herkesin kafa farklı çalıştığı için değişik gramer kurallarına dayanan bir sürü dil oluşmuş. Bu bu kadar basit bir şey (filoloji aleminden özür dilerim).

Benim anlamadığım ("ulan koskoca dil alemini anladın, bunu mu anlamadın?" demeyin) ünlem mi denir, nida mı denir artık, bunlar nasıl dilden dile değişir. Misal dizimiz sehpanın köşesine çarparsa (o da fena acır ha) yüzde doksan dokuzumuz "aaah!" diye feryat eder. Geri kalansa o kısmı direkt geçip "ananız kim?" diye bağırır boşluğa. Bu gayet insani bir tepki. "aaahh"tan bahsediyorum. İkincisi biraz hayvani tabi. Ulan ingiliz olsun, amerikalı olsun, hangi insan, neden "ouch!" diye bir tepki verir lan? Diğer tüm milletleri bilmiyorum ama sadece bunlarda var bu. Yetmiş iki milletten adamı toplayıp tek tek kafasına vursam eminim bunlardan başka herkes "aaah" der. Hani "aaah" olmaz da "aaağğh" veya "aaııhh" olur. "ouch" ne lan (okunuşu ağuuç)?
(Aha da kendi resimleri. Yazıyı ben koymadım)

"Ups!" bir nebze anlaşılır. Hatta bize göre daha anlaşılır. Sonuçta "ups" (oops diye yazılıyor) daha doğal. Elinden bir şey düşüren insan "ups" demeli bence de. Burada bizim kullandığımız "a-man!" ve "al-lah!" pek doğal değil gibi. Ya da yok lan. "Ups!" ne? "Aa-man" daha güzel.

Hayır şimdi Evde kendimizin Amerikan versiyonu, "Ourself at home" diye bir blog olsa ve oranın "gick" diye bir yazarı olsa o da "aah!" ne lan diye yazardı kesin. Onlara da o doğal geliyordur. Fakat "aah" daha doğal bence.

Bir de köpek havlamasına "arf arf" diyorlar mesela. O da çok acayip. Çünkü köpek arflamaz, havlar.

Google'dan "ouch" diye arama yapıp bizim siteyi gören ecnebiler için çeviri: What is "ouch" dude? A people must say "aaah" when you hit your knee to the pencil.

20 Eylül 2009 Pazar

Nerede o eski Bayram'lar?

Her bayramda edilen şu lafı bir de ben kullanayım dedim. Önceden bahsettiğim (aha da burda) mutlaka söylenen sözlerden ama tamamen doğru. Eski Bayram'ları göremiyoruz artık. Misal bizim mahallede bir tekelci Bayram abi vardı sağolsun, tedariksiz yakalandığımız zamanlarda gecenin üçünde dükkanı açar rakımızı, biramızı temin ederdi. Gerçi hala duruyor Bayram abi ama ben gidemiyorum Safranbolu'ya.

Bir de Bayram diye bir çocuk vardı, yaşıtımız. İlkokul birinci sınıfta aynı sınıftaydık. Okumayı üçüncü sınıfta sökmüştü adam. Hayatımda tanıştığım ilk kütüktü kendisi. Fakat çok azimli, başarılı bir kütüktü. Yürüyor, konuşuyor, ne bileyim, insan gibi davranıyordu bayağı. Bir seferinde kavga bile etmiştik yanlış hatırlamıyorsam. Daha doğrusu kavga edecek gibi olmuşken, başarılı her öğrenci gibi, ben gidip öğretmenin arkasına saklanmıştım.

Darbukatör bayram vardı bir de. Müjdat Gezen'in canlandırdığı çingene bir karakterdi. Zaten bizim beynimize işlenen, darbükayı hep çingenelerin çaldığıydı o zamanlar. Sene doksanların başı...

Bu arada soyadı Bayram olup da erkek çocuğuna Ramazan ismini koyan ana-baba varsa, Allah onları bildiği gibi yapsın diyorum. Daha da bir şey demiyorum.

16 Eylül 2009 Çarşamba

Bacardi-tekila içmek isteyen arkadaştan özür dileriz

"Blogumuza girenler nerden sekip de gelmiş acep?" diyerek sitemeter'da oyalanırken üzerimizde ne kadar büyük bir sorumluluk olduğunu farkettim. Sonuçta çoluk çocuk da okuyor bu mereti.

Bir vatandaşımız bacardi-tekila içmek istemiş ve google'da aratmış. Hatta google'ı arkadaşı belleyip "bacardi tekila nasıl içilir?" diye sormuş. Ahan da soru:

"çekinme tıkla"

Bu mal google da "aga bu çocuklar çılgın, bence bi de böyle dene" diyerek gitmiş ilk site olarak askerdeki AOE hayvanının şu yazısını önermiş ona:

"çekinme buna da tıkla"

Bu arkadaşımız da girmiş bizim bloga. Eğer kendisi bizim AOE'ye uyup bu formülü içtiyse ve hala yaşıyorsa kendisinden özür diliyor ve bir limonun suyunu emmesini öneriyoruz. Veya bana ne lan! google özür dilesin. Hem sen de ne öyle her gördüğüne inanıyorsun?

enee: ben bu yazıyı girince ilk link bu olmuş.

15 Eylül 2009 Salı

Böyle söyleyince daha bi' şey oluyo: "Sana bişey itiraf edicem..."

aslında bu yazı dizisine çok uygun olmayan bi içeriğe sahip olsa da, yaptım oldu. diyelim ki bişey diceksin karşındakine ya da bir gruba(genelde dialogda söylenir), biraz da karşındakinin dikkatini vermesini, kulak ardı etmemesini isitoysun. böyle bir durumda "sana bişey itiraf edicem..." diye başlarsan on numara dikkat çekersin. karşındaki "lan bu ne dicek acaba " diye cin gibi olur. hafif alkollüyse bi anda kendine gelir, tokat yemiş gibi olur. yan masadan biri duyarsa, o bile dikkat kesilir. doğal olarak böyle bir laf arkasında insanın aklına bin türlü şey geliyor.

"hastirrrrrr"
bişey söylemek istiyosunuz ve bu söyleyeceğiniz şey sizce önemli, karşıdakinin de dikkatli şekilde dinlemesini istiyosunuz. söyleyin itici cümleyi, "sana bişey itiraf edicem...", biraz sessizlik... ve ardından bombanızı patlatın.


-sana bişey itiraf edicem...

-ben başkasını seviyorum
-geyim
-allah belanı versin
-ev sahibi zam yaptı
-faizler yükselmiş
-annem faişe
-babam pzevenk
-sen evlatlıksın
-baban ölmedi
-ev yandı
-hamileyim
-hamilesin
-kanserim
-kansersin
-cins misin?
-nerden bildin?
-çok mu belli oluyo?
-hamileyim
-onu demiştin geç
-marakeş'e taşınıyorum (marakeş nere yaa)
-ARTIK GEÇ
-hayatı seviyorum

bu son lafı söyleyen var ya... "hayatı seviyorum" diyen. evet o. azına odunla vurun, kanatıncaya kadar...
hadi gittim

Başlık bulamadım lan!

Dünyanın en boş şarkısını yapmışlar sayın Evde kendimiz'ciler. Bu konuda benim çalışmalarım vardı. En fazla üç dakikada dünyanın en boş sözleri olan, dünyanın en gereksiz şarkısını yazacak ve besteleyecektim. Fakat olmadı a dostlar, oldurmadılar. Benden önce davranmışlar.


Ben çok pis PES oynarım. Karşımda biri yokken, ki çoğunlukla olmaz, ligde Galatasaray'ı başarıdan başarıya koştururum. Bunu yaparken de çoğu zaman radyo dinlerim. Yine böyle bir günde (dün) PES oynayıp radyo dinlerken kulağıma bir melodi çalındı. Günün normlarına uygun ritimlere bezeli iki ay sonra kimsenin hatırlamayacağı bir müzikti bu. Sonra sözler başladı ve ben ağladım.

Aslında ağlamadım da, mal oldum. Beyin fonksiyonlarımın büyük br kısmı durmuştu. Bunun da beynin ekonomi moduna geçtiğinden olduğunu düşünüyorum. Beyin kulaktan gelen sinyallere bakıyor, "aga bu şarkı için koala seviyesinde çalışsam yeter zati" diyerek uyku moduna geçiyor. Şimdi şarkıya geçelim. Önce sözlerini tam olarak yazayım, sonra inceleriz. Neyi inceleyeceksek...

Herkesin özel bir hattı olsa ne olur
Arayanlar sevdiğine çabuk kavuşur

Ben de olsam senin yanında
Ölsem seninle aşk yolunda
Hiç farketmez ama sonunda ayrılık olmazsa

Bu benim yeni numaram
Ara beni bu gece
Kimseler duymadan
Buluşalım gizlice

Yeni aşk yeni heyecan
Bekliyor bizi belki de
Şansımı zorlamam deneyelim bir kere

Aha da şarkı bu. Sizden çok özür dilerim bu sözlerle sizi meşgul ettiğim için ama bu nedir Allah aşkına ya! "Herkesin özel bir hattı olsa ne olur?" diyor. Ulan kamusal cep telefonu olan mı var? Yoksa burda şirket hatlarına bir gönderme mi yapıyor? Nakarata hiç gelmek istemiyorum. Hatta gerisi hakkında da yorum yapmayacağım ya. Sözleri okuyun yeter.

Sizce bu şarkıyı yapan arkadaş, ki utanmadan söz-müzik diye yazmış, bu şarkıya kaç dakika harcamıştır? Bir de ilkokul kaçıncı sınıftaki bir çocuk bu sözleri yazamaz? Yorumlarınızı bekliyorum. Hayır sinir olduğum şey de şu. Bu adam ve kadınlar da müzik ile anılıyor, bir beste için yıllarını harcayan Mozart da, Beethoven da, Betin Güneş de müzikle anılıyor. (Betin Güneş dünyaca meşhur bir klasik müzik bestecisidir. Havamı atayım dedim. Gerçi sadece ismini biliyorum. Geçen İz tv'de belgeseli vardı, orda öğrendim kendisini)

Bu arada PES master ligde 2020 sezonuna ulaşan var mı benden başka? Arda Turan 33 yaşında köpek gibi oynuyor lan!

fotoğraf: üstünde yazıyor nerden çarptığım.

13 Eylül 2009 Pazar

I love nylon

Geçenlerde ofiste internet bağlantısı ve server ile ilgili problemler yaşadık. birçok şey deneyip çözüm bulamayınca direkt olarak modeme bok attık tabiki, bu topraklarda yaşayan her insan gibi. bu angarya iş de her zaman olduğu gibi bana kaldı. gittim araştırdım, sordum, sörç ettim ve paraya kıyıp (şirketin parası tabi) en iyi markalardan birini aldım. üşenmedim gittim cumartesi günü kurdum, canavar çalışıyo.

herşey buraya kadar normal. pazartesi öğleden sonra işe geldim ve maillerime bakıyordum. maillerden biri, bize dışardan bilgi işlem desteği veren arkadaşımızdan gelmiş. (ben yokken sabah ofise uğradıktan sonra atmış). mail şöyle, "yeni modem çok iyi çalışıyo, tasarımı da çok güzel, ama jelatini neden sökmedin, çok ısınıyo". JELATİNİ NEDEN SÖKMEDİN... bu cümleyi görünce başımdan aşağı kaynar sular döküldü resmen. ısınma falan bahane aslında, adam resmen bana "naylon manyağı" demek istedi. "sen evde kumandayı da naylonda tutuyosundur" demek istedi.
naylonlu kumanda fotosu bulamadım, bende eski modellerden birini koydum.
herhalde naylonla en çok kaplanan modellerden biridir.


o telaşla hızla jelatini söktüm tabi.
e millet olarak o zamanlar gördüğümüz en teknolojik alet buydu ve bu aleti koruma içgüdüsüyle, yine o yıllarda tanıştığımız bu farklı ambalaj malzemesi (hem şeffaf içi de görünüyo, su da geçirmiyo neden olmasın) ile gaplayıverdi.
Türk mühendisinden müthiş tasarım. kumandayı naylonla kaplamayı engelleyen sürgülü alt kapak. "naylonla kaplarsam bu kapağı nası aççam olum" tasarımı. yerli bir markanın tasarladığı bu kumanda sayesinde bir dönem kapandı.

aslında koruma içgüdüsü(böyle bi içgüdü var mıdır acaba, ben uydurdum) falan değil bu, naylonla kaplama aslında bu milletin genlerinde yazılı.

kumandadan sonra neleri naylon denen veya benzeri polimer malzemelerle kaplamadık ki. alınan yeni arabanın koltukları üzerinde bulunan naylon sökülmeden yıllarca binildi, gtümüzle eritene kadar. yeni alınan koltuk takımları da yine naylonla kaplandı, daha ne diyim. örnek çok.
tamam bu milletin böyle garip şeyler yapmasına alışkınız da, "Boyz n the Hood(1991)" filmindeki Mrs. Brenda niye koltuğu naylonla kaplar. bkz. dakika 52-52 falan. 90'lı yıllardaki kezban teyze olsan tamam, anlarım da, sen yapma bunu Mrs. Brenda, bu bize has bi özellik.

neyse bu kadar yeter şimdilik...

aklıma geldi: "cashback" filmini izledim dün. "bu film kızla izlenir hacı..." kategorisine girecek bir film. romantizm var, hafif eğlence de var, çok az komiklik falan, biraz erotizm. bazı blog yazarları gibi koca bi sayfa yazı yazcak, ya da "izlediğim en iyi 5 film arasına girer" diyecek değilim. bildiğin "bu film kızla izlenir hacı..." filmi.

6 Eylül 2009 Pazar

Unutma, unutturma!

Sosyal kampanya!


Şimdi efendim, bu Mahsun Kırmızıgül rumuzlu Abdullah Bazencir isimli kendini sanata adamış şahsiyet var ya, yeni nesiller kendisini üstteki resimdeki gibi tanıyacaktır. Dudaklar ve kaşlar ne yaparsa yapsın onu ele veriyor ama sabi sübyan kendisini böyle belliyor. Neyin ne olduğunu bilen sorumluluk sahibi bir vatandaş olarak, ben de üzerime düşeni yapıyorum. Arkadaşlar: ha bu yukarda gördüğünüz adam var ya, aslında aşağıda gördüğünüz adamdır.



















Unutma!



Türk sinemasının yeni Yılmaz Güney'i olma iddiasındaki, kendini
toplumsal sorunlara adamış görünen bu adam klibinde lösemili bir kızın
kulağının dibinde bas bas bağırmaktadır.