30 Mart 2010 Salı

Yaşamdan Saliseler: Traktör alasım var!

Çok samimi söylüyorum Traktör alasım var.

Geçen anadolu'nun ege taraflarında geziyoruz. Bir amca gördüm. Almış karısını çoluğunu çocuğunu, bir coşku, bir mutlulukla, keyfe keder kaptırmış gidiyor. Belli ki bağına bahçesine gidiyordu. "Kombi mi Traktör mü?" desen, "Kesinlikle Traktör" diyecek cinsten bir amcaydı. Hem neylesin kombiyi, kuzunesi varkene. İşte böyle dostlar.


Son dakika: Vazgeçtim. Evet vazgeçtim. Şu yukardaki fiatın fiyatının 17.000 tl olduğunu görünce vazgeçtim. O paraya alırım bi Golf, Focus biner geçerim arkadaş.

25 Mart 2010 Perşembe

Okulu sündürmek

Ne yazayım, ne yazayım diye düşünürken akıma geldi. "Neden en iyi bildiğim şeyi yazmıyorum?" diye sordum kendi kendime. "Harbi lan!" diye de cevapladım kendi kendime. Ben zaten kendi kendime gâh diyaloğa girer, gâh güreşir, gâh sevişirim.

Öngörülen öğrenim süresinde okulu bitirememek olarak tanımlanır, okulu uzatmak dediğimiz hadise. Sündürmek ise bir nesnenin esnekliği kaybolana kadar uzatılmasıdır bir yerde. İşte okulu sündürmek de hayatınızın ve ruh halinizin bir daha eski şekline kavuşamayacak kadar uzatılmasıdır. 4 yıllık bir okulu 5-6 senede bitirirsen okulu uzatmış olursun. Fakat 7 ve 8'e vardı mı, artık sünmüştür o okul. Bıraktığın zaman eski haline dönmez.

En başından başlayayım. ÖSS'den güzel bir puan kapıp tercih aşamasına gelmişiz. O zamana kadar hiç sesini çıkarmayan baba şöyle bir yoklar: "Oğlum hiç tıp yazmayacak mısın?". Oğlunun tercihlerine karışmak istemez ama içinde bir yerlerde hep doktor olsun ister evladını. Devlet memurları arasına %92'dir çocuğunun doktor olmasını isteyenler. Benim ise kendisine cevabım şöyle olmuştur: "Ya baba 6 sene okul mu okunur yeaa". VARAN1

Efendim, afedersiniz, bok varmış gibi mühendislik, en zor olanından, yazılır ve kazanılır. "Ehe İstanbul, mehe karı kız" diye ağız kulaklarda okula başlanır. Bir iki ay sonra dersin birinde en arka sırada dersi alan kocaman adamlar görünür. Buna şaşıran arkadaşa şöyle bir laf edilir: "Oğlum adamlara bak la! Amca olmuşlar hâla birinci sınıf dersi alıyolar" VARAN2

Şimdi efendim böyle ileri geri konuşunca ne olur? Allah taş yapar adamı! 1. sınıf derslerini 6. senede, okulu da 8. senede bitirirsin. Siz siz olun, konuşurken dikkat edin.

Peki tek sebep bu mudur? Kesinlikle değil. Okulu sündürmek adım adım şöyle gerçekleşir. Öncelikle bir sebepten dersle asılmaya başlanır. Derslerden kopan bünye dönem arkadaşlarıyla aynı dersi alamamaya başlar. Onlarla görüşemeyince okula gidesi gelmez. Okula gitmeyince dersler daha da kötüye gider. Daha kötüye gider dediğim öylece kalır işte. Sonra okulun durumu can sıkar. Gece uyku uyuyamazsın. Gece uyuyamadığın için sabah derse gitmezsin. Gitsen de uyukladığın için bir faydası olmaz. Dersleri düzeltemediğin için yine uyuyamazsın. Uyuyamadığın için... İşte dünyanın en zorlu kısır döngüsü budur.

Takriben 5. senede okulu bitiremeyeceğin hissi baş gösterir. Bir yandan da bir şekilde Türk Milli Takımı gibi geri dönüş yapmak niyeti hasıl olur. Bu geri dönüşü bir sene sonra başlatmaya niyetlenilir. 6. senede "haydi bakalım" deyip, olaya başlanır ama çok koptuğun için ancak 7. senede gerçekten ders geçilmeye başlanır. 7. ve 8. senede aldığın gazla okulu bitirirsin. Ha onca sene geçmiş, son dönem rahat bitirilir diye de bir şey yok. Hayvan gibi ders alıp yine zar zor bitirilir.

Bu kadarı bile fazla ama Evde kendimiz geyikliği içerisinde sizlere insanın neler çektiğini anlatmayacağım. Bize uygun kısımlarından biraz bahsedeyim istiyorum.

En eğlenceli vize anıları okulu sündürenlerden gelir. Misal Marmara Üniversitesinde sündürme işlemini gerçekleştiren bir arkadaşın bir anısı:

Sınav kağıtları dağıtılır veHoca: Arkadaşlar! kağıtlara bakın, soracağınız bir şey varsa şimdi sorun. 15 dakika diğer gruba gideceğim. 15 dakika beni bulup soru soramazsınız.
Sündürücü Arkadaş: Hocam sizin söyleyeceğiniz bir şey varsa söyleyin. 15 dakika sonra geldiğinizde beni bulamazsınız!

6. senemin bir finalinde başıma gelen bir olay:

Arkamda oturan salak benden kopya çekmeye çalışmaktadır. Tabii ben bunun farkında değilim. Ben boş kağıtla uzun bir bakışma sonucunda yavaştan kendisinden hoşlanmaya başlamışım. Birden hoca yanımıza gelir.
Hoca: Lan oğlum! Bundan bakmaya niye çalışıyon (beni işaret ediyor)? Ben bu derse başladığımdan beri alıyo bu dersi. (Bana döner)Kaçıncı alışın lan?
Ben: 6 oluyo hocam. Bu sefer boş kağıtla geçecem inşallah.
Hoca: Ben seni çok seviyom, seneye de gel sen. Muhabbetin iyi oluyo. ehehehhehehe
Ben: Ehi ehi ehi? Hocam başımdan gider misiniz? Sınava konsantre olamıyorum
Hoca: 5 senedir konsantre oluyon da noluyo? ehehehehehhe
Ben: Ehiheihieihi. Hocam geçirsene beniHoca. Ehehehehehehheheheehehh

Tabii bu durumun kötü yanları var. Mesela güzel bir kızın yanınıza oturmak için "Oturabilir miyim abi?" demesi gibi. 6 yaş küçüklerle ders almak falan zor şeyler. Fakat bölüm memurlarıyla, hocalarla, kantincilerle, hatta temizlik görevlileriyle falan olan muhabbetler bu olayın az olan güzel yanlarındandır.
(Sündürücülerin yaşam alaın kısıtlıdır. Küresel ısınma yüzünden yaşam alanı daralan sündürücülerin nesli tükenme tehlikesi altında)

Bir sündürücüyü nasıl tanırsınız? Sündürücüler 3. ve 4. sene zaten okulda görünmez. 5. ve 6. senede başı öne eğik ve düşüncelidir. 7. ve 8. senede derslerin biraz toparlanması ve artık kkanıksamışlığın verdiği rahatlıkla gayet neşeli, muhabbet bir şekilde ortalıkta gezinir. Sınıflarda belli bölgelerde oturur. Başka yerlere uyum sağlayamaz. Hocayla göz göze gelmeyi sevmez, yere bakar.

Uzun bir yazı oldu. Sıkıcı da oldu gibi ama olsun. Bir türü genel hatlarıyla tanıdınız ve artık onlardan korkmuyorsunuz. Sevin onları, abi demeyin onlara.

19 Mart 2010 Cuma

Bu Şafaktan Sonra (bölüm 1)

Gene aynı masanın etrafında (bkz. "veda gecesi") aynı üçlü oturuyorduk. Biri (makine mühendisi olan) kafasını masaya dayamış uyuyordu, diğeriyse (inşaat müh.) bulmaca çözmekle meşguldü. Bense (mimar) büyük bir ciddiyetle, betondan masaya gülümseyen bir kurukafa ve altında çaprazlama kesişen iki kılıç çizmekle meşguldüm. Sanatımı konuşturuyordum resmen. Resim bitince üstüne "KRAL DEVRE 323 K.D.", altına da "Ş=49 zorunuza gitmesin" yazdım. Allahım ben bu hale nasıl gelmiştim? Bienale gitmiş, kısa film festivallerinde bulunmuş adamdım ben, şimdiyse masalara şafak atıyordum!

O esnada, çamaşırhane çavuşu olarak, emrime verilmiş iki erden biri olan Kenan geldi. Muhteşem ikilinin uzun boylu olanıydı Kenan.

"Çavuş zıgaran var mı?"

Elimi kamuflajın cebine attım, bir şeyler arıyor gibi karıştırdım ve halk arasında "nah" işareti olarak bilinen baş parmağı işaret ve orta parmak arasına konarak yapılan o el hareketini cebimden çıkararak "aha burdan yak, çekinme" dedim. Bir zamanlar sanata uzanan eller şimdi el hareketi çekiyordu.

Kenan hayatımda tanıdığım en acayip adamlardan biriydi. Bütün kışladaki en büyük porno dergi ve resim arşivine sahipti. Ama aramalarda yakalanma korkusuyla arşivi kışlada bir yerlere gömmüş ve sonra da gömdüğü yeri unutmuştu. Adamın askerliği, artık kışla birlikleri arasında efsane gibi dilden dile dolaşan o kayıp hazineyi aramakla geçiyordu. İşin ilginci Kenanla beraber tüm erat da bu gömüyü arıyordu. Ortalık köstebek çukuru gibi delik deşik olmuştu, komutanların bütün kışlayı oyması an meselesiydi.

Aslında Kenan definesini bir tek yere gömmemişti, parçalara ayırmış ve farklı yerlere saklamıştı. Bunu da şöyle farkettik; bir gün kazan dairesini temizleyen askerler (makine mühendisi arkadaş da oranın sorumlusuydu) içeriği "şunları yap bunları et imza: komutan" şeklinde askeriyede normal sayılan ve her yerde görülen bir panonun arkasında kah bulvar gazetesinden kesilmiş, kah çeşitli magazin dergilerinden kırpılmış bir fotoğraf sergisiyle karşılaştılar. Tabi bunu öğrenen Kenan hemen olay yerine intikal etti ve resimlerini talep etti. Resimlere el koyan ve vermemekte direten kazan dairesi personeline "my preciousss" diye inlerkenki halini görmeliydiniz. Ah be Kenan...

Çok geçmemişti ki kışla hamamının görevlisi asker, eratın kullanması yasak olan lakin görüntü icabı dolaplarda duran havlularının arasında definenin bir başka kısmına ulaştı. Yalnız bunlar biraz farklıydı, çünkü resimler ıslanmaya karşı özenle pvc'lenmişti! Böyle çaba, böyle aşk nerde görülmüş sevgili evdekendimizciler? Neyse ki hamamcı çocuk Kenan'ı kırmadı ve resimleri bir paket sigara+kola karşılığında teslim etti.

Ama söylentilere göre hazinenin asıl büyük kısmı hala kayıptı; kimine göre gömü eğitim sahasında italyan çukurunun orda, kimine göreyse doldurboşalta sırtını verip 100 adım attığında hemen soldaki çam ağacının dibindeydi. Resmen sahte define haritaları etrafta uçuşuyordu. Bütün kışla bir umut ünü günden güne artan bu gömüyü arıyordu. Hatta zamanla hazinenin içeriği de değişmeye başladı. Porno arşivi olarak çıktığı yolda, muhteviyatı günden güne genişledi, içine bir askerin hayal edip de ulaşamadığı her şey girdi. Bir karton marlborodan albayın kızının telefon numarasına kadar aklın almayacağı her şey vardı artık kayıp hazinede. Ama garip olan herkesin buna inanması ya da inanmak istemesiydi. Sanki o gömüyü bulan bütün dertlerinden kurtulacak, bir daha ona 3-5 nöbeti yazılmayacak, kuytularda onu bekleyen albayın kızıyla yasak bir aşk yaşayacaktı.

Hazinede neredeyse tek eksik "alay sancağı" kalmıştı. Yani hasbelkader kötü niyetli bir kişi "gömüde alay sancağı gizliymiş, komutanlar koymuş, bulur da genelkurmaya götürebilirsen anında terhis ederlermiş" diye bir söylenti yaysa olabilecekleri tahmin bile edemiyordum...

Ve evet, o kötü niyetli kişi bendim...





...

15 Mart 2010 Pazartesi

Bilime sığ bakış: Küresel ısınma!



Sayın Evde kendimizciler! onkaplan'ın kendi blogunda mükemmel bir yazı dizisi var. "Onkaplan'la Sanata Seviyesiz Bakış" adında. Seviyesiz bakış dedin miydi beni tarif ediyor olay. Cehalet mutluluktur gibi bir şey bu. Ayrıntıları bildikçe insanlığımızı kaybediyoruz, şaşıracak şey kalmıyor. Misal bir geminin nasıl yüzdüğüne şaşırmak güzeldi. Sonradan kaldırma kuvveti falan öğrendik, mantıklı geldi. Ben de koyverdim her şeyi. Bilmek bir şeye yaramıyor.

Ben de onkaplan'dan esinlenerek (müsadesine sığınarak) sığ bakışla yazacağım her şeyi. Bilime, sanata, spora falan sığ bakışla bakacağım bundan sonra. Hatta sığ olduğunun farkında olmayıp, çok komplike yazıyormuşum gibi düşüneceğim. "Bunların hepsinin arkasında Amerika var!" gibi.

İlk konumuz küresel ısınma. Arkadaşım küresel ısınmadan bahsediliyor, bu sene hayvan gibi soğuk oldu. Hani ısınıyorduk ulan mütemadiyen. Geçen sene bu sıralar mont giymiyorduk. Bu sene montla bile üşüyoruz. Her sene doğalgaz faturası artıyor. Nasıl iş bu?

Bunlar hep İsrail'in oyunları. Orada havalar sıcak ya, tüm dünyayı kandırıp iklimi soğutmaya çalışıyorlar.

Bir de neymiş efendim, kutup ayılarının nesli tükeniyormuş! Ya bu kutup ayısı denen hayvanın ne faydasını gördük bugüne kadar? Ne eti yenir, ne süt verir. Tarlaya koşsan, koşulmaz. Üstüne binsen, binilmez, asabiyet yapar.

E bu zamana kadar kimbilir hangi hayvanların nesli tükendi. Dinozorlar yok diye çok mu zorluk çektik arkadaş? Kutup ayısı da adam olsun tükenmesin madem. Ulan bugün insanlığın nesli tükenecek olsa hangi hayvan çıkıp üzülecek? Sorarım size! Yok efendim buzların erimesi kutup ayısı için kötüymüş. Rakıyı da buzsuz içiversinler bundan sonra. Hem buz rakının tadını bozar.




Not: Nesli tükenen canlılar azuth'un masada boş bardaklar blogunda ele aldığı bir konudur. Kendisinden çalıp çrptığım cümleler var.

14 Mart 2010 Pazar

Sana Kırmızı Çok Yakışıyor(du)

3 tane "Michael" tanırım şu hayatta.

1'i Michael Jackson'dı, onu geçmiş zamanda kaybettik. "This is it" izleyerek "beat it" diyerek avunur olduk.

Diğeri Michael Jordan'dı, o da basketbola yaptığı son bir silik geri dönüş sonrası yavaştan yerini yeniyetmelere bıraktı.

Sonuncusu da tabii ki Michael Schumacher. Tam da onu da kaybettik sanıyordum ki, son bir sıçramayla kurtarıcı gibisinden Brawn abisinin yanına geldi.

Geçmişten günümüze Jordan, Benetton, ve 10 senelik muhteşem Ferrari yıllarındanın üstüne bir de Mercedes GP kariyerinin kendisine (para dışında) daha fazla ne kazandırabileceğini hep beraber göreceğiz. Ancak geldiğine sevinmedik mi? Manyağı olduk. Ama gel gelelim kırmızı arabada oturabilecek son kişinin(Alonso) de o arabada olması gönül hanemizi derinden yaralamadı desem yuh bana. Diğer bir tarafdan bu geridönüşün muhtemelen Shumi'ye getirisinden fazla Bernie'ye olacak olan getirisi onlar için daha önemli gibime geliyor.(haliyle)

Gelelim seneler içinde "neler olmuş Serhat ya". Bir yudum Shumi kısmımıza:

"1991: O zamanlar fotoğraf teknikleri ancak bu kadar gelişmişti."

"91-95 mavi de iyiymiş ama şapka tam oturmamış."

"1996-2006 Ömrümüzü yedin be"

"MS: Olum ben Mercedes diye geldim Petronas yazıyo resmen önümüzde?
N.Rosberg: Abi saçmalama sponsorumuz onlar ya.
MS: Olum bak yemiyosun demi beni.
N.Rosberg: Abi yemiyorum da sen de arkadan değdirmesen hani."

"MS: Pişt Alo. Ben seninkisini giydim sen benimkisini giyemedin ehe ehe.
F.Alonso: Harbi lan. Ama dur sen, o da olucak.
MS: Çaktırmadan bak sen, şunu görüyomusun ehe ehe.
F.Alonso: Abi babam yaşında adamsın hiç de utanmıyosun valla."

"MS: Olum herkes beni seviyo lan. Seni sallayan yok.
F.Alonso: Yaşım genç."

"M.S:Garajı da bunlarla doldurduk. Atsan atılmaz, satsan satılmaz."
"Shumacher'den temiz ferrari. (Yersen)"

8 Mart 2010 Pazartesi

Böyle söyleyince daha bi' şey oluyo: Büyük resmi görmek


"depik" dedim, "büyük resmi gördün mü?", dedi "gördüm".
"nedir" dedim, dedi "odamda git bak" dedi. gittim baktım galatasaraylı sabri posteri.
baktım olacak gibi değil. aoe'ye sorayım dedim.

"aoe" dedim, "büyük resmi gördün mü?", dedi "gördüm".
"nedir" dedim, duvardaki "kill bill" afişini gösterdi.
baktım olacak gibi değil, marvadam'a gittim sordum.

"marvadam" dedim "büyük resmi görmek gerek".
bu sefer o "nedir?" dedi.
odamın duvarındaki resmi gösterdim "metin ali feyyaz dedim".

ne güzelmiş ama...

"bira ister misin" dedi. "tabi" dedim.
"hangi takımı alıyosun" dedi. "barcelona" dedim.
"sen aç ben geliyorum" dedi.
ve olaylar gelişir...

"kapağında messi var."

2 Mart 2010 Salı

Veda Gecesi

"Abi akşamki partiye geliyosunuz di mi?"

Kare betondan dökülmüş bir masanın etrafında, gene betondan oturakların üzerinde üç kişi oturuyorduk, soruyu soran genç çocuk bir cevap bekliyordu. Diğerlerine baktım; "gidiyor muyuz?" diye sordum. Solumda oturan bezgin bir ifadeyle "yapacak daha iyi bir işimiz mi var?" dedi. Yoktu. Yapacak daha iyi bir işimiz yoktu...

"Geliyoruz" dedim çocuğa.

"Alkol de ayarladık, çok süper olacak!" dedi ve gitti. "En azından beleş bir şeyler içeriz" dedi solumdaki. Oturduğumuz yer açıkhavada küçük bir parkın içindeydi, etrafımızda bir kaç tane daha aynı bizimki gibi betondan masa ve onlarda da oturan insanlar vardı. Hava güzeldi, güneş parlıyor kuşlar ötüyordu, ama ben akşamki partiye gitmeyi hiç istemiyordum.

Derken, ileriden yolun başında camları dahil heryeri siyah bir araba göründü. Araba yaklaşırken şöför bize doğru hızlı bir selektör yaptı. Bir çeşit gizli bir sinyaldi bu ve oturduğumuz mekandaki herkes o selektörün ne demek olduğunu anlamıştı. O sinyal iyi haber değildi, acilen bir şey yapılması gerekiyordu. Yola en yakın konumda oturan ben
dim, bu sorumluluğu almak bana düşüyordu. Soğukkanlı ama çevik bir hareketle ayağa fırladım ve "dikkaayyyytt!!" diye bağırdım. Bir yandan da artık iyice bize yaklaşmış olan arabaya dönüp elimi sertçe kaldırarak selam durdum. Benim uyarımla beraber etrafta oturan bütün erat da ayağa kalkmış ve esas duruşa geçmişti. Araba geçip gidene kadar hepimiz donmuş bir şekilde bekledik. Araba kışla komutanının kırmızı flamalı makam arabasıydı ve o selektör komutanın arabanın içinde olduğunu bize bildirmek için yapılmıştı. Hasbelkader aracı görmezsek Şenol Albay hepimizi oyardı. Askerdeydik, kısa dönem çavuşlardık, ve akşama terhisleri yaklaşan "lojistik destek bölüğü" 7/4 tertiplerin veda gecesi partisine gidiyorduk.

Tertip veda gecesi şöyle bir şey: terhisi yaklaşan devreler komutanlardan izin alıp bir parti düzenliyor. İşte müzik eğlence filan. İçki tabi ki yok, kaçak yollardan edinilmeye çalışılıp genelde başarısız olunuyor, çünkü komutanlar da geceyi ziyaret edip o neşeye, o sinerjiye ortak oluyorlar.

Yalnız parti diyince kafanızda bildiğiniz partiler canlanmasın, bunun bir farkı var, içeride hiç kız yok. Kamuflajlı postallı bir yığın erkeğin içki olmadığından kolayla sarhoş olmaya çalışarak dansettiği bir gece. Ben hayatımda ilk defa beyin gücüyle sarhoş olabilen adamları burada gördüm. Halayından break dansına her türlü dans gösterisi var o günah gecesinde (bu arada her kışlada, her karakolda her zaman için bir break dansçı mutlaka bulunur, kadroludur o asker yenisi gelmeden onu terhis etmezler).

İşte böyle bir ortamda, yani gümbür gümbür bir elektronik müzikle, ortamda kız olmadığından G-3 tüfeklerinin beline sarılarak danseden eratın içinde, insana bir farkındalık geliyor. Bir an zamandan ve mekandan soyutlanıyorsun. Hayat diyorsun ne kadar da basit...

1 Mart 2010 Pazartesi

Böyle söyleyince daha bi' şey oluyo: Yaşanmışlık!

"Öyle deme depik, yaşanmışlıklar var..." dedi. Sevgilisinden ayrılmak isteyen, "e ayrıl" deyince de bunları söyleyen bir arkadaşımdı. "o zaman ayrılma" dedim ben de. Aşk doktoru kimliğimle muhteşem tavsiyeler veriyordum kendisine. "...ama olmuyor depik. Şehir üstüme üstüme geliyor..." falan diye anlatıyordu ama benim kafa gitmişti artık.

Hiç yaşanmışlığım olmadı benim. 26 küsür senedir evde mal mal oturmadık heralde. Bir sürü şey yaşadık sonuçta. Fakat bizim yaşadıklarımız bildiğin olay, macera, aşk, yiyişme, kündeye getirip puan almaya çalışma ama alamama gibi şeylerdi. Anamla babam beraber acı-tatlı günler geçirmişlerdi mesela. Aradım babama sordum. "Baba, anamla hiç yaşanmışlığınız var mı?" dedim. "Ya olum 30 küsür senedir acı-tatlı günlerimiz oldu, ama yaşanmışlığımız yok hiç. Hem yaşanmışlık ne lan?" dedi. E emekli devlet memurunun ne yaşanmışlığı olacak zaten.

Kahveci Mehmet Abi'yi aradım sonra. "Ya Mehmet Abi, bizim senle yaşanmışlığımız var mı?" dedim. "Valla bilmiyom, Benim bildiğim bunca yıllık hukukumuzun olduğu" dedi.



<<--bu abi yaşanmışlıklarını da almış gidiyor--------------bu abi ise onca yıllık hukukunu omzuna almış gidiyor-->>