20 Ekim 2009 Salı

Bir yol hikayesi

Thelma ve Louise tadında bir yazı bekleyemeyin. Annemlerin köyünde ekin biçilmiş, sapları da babamın köyüne götürülecekti. İki köy arasında yolculuk etmek için şehre inip diğer köye gitmek gerekiyordu normalde. Biz hep öyle yapıyorduk. Fakat bu sefer diğer köyler üzerinden gidilecekti.

Yanlış hatırlmıyorsam altıncı sınıfın yazıydı. Çünkü Tarkan'ın "Şımarık" şarkısı çıkmamıştı daha. Kamyonun kasasını tepeleme doldurnuştuk. Hatta şöför kabininin bile üstüne tşmıştı. Abimle içten içe "kasada gideriz inşallah" hesapları yapıyor ama, babama soramıyorduk. Zaten annemle babam şöförün yanına otursa, biz mecburen kasada gidecektik.

Beklenen oldu ve babam yolcu listesini açıkladı. bizim biletlerde kasa yazıyordu. Vakur bir biçimde "gideriz artık kasada, naapalım" gibisinden tepkiler veriyorduk ama, çıldırmak üzereydik. Upuzun bir yoldu ve kasada gidecektik lan.
(buradan 100 kişiyi çıkarınca bizim yolculuğu gözününüzn önüne getirebilirsiniz)

Yaz ortası olmasına rağmen hava çok sıcak değildi. Tepede güneş vardı ama çok yakmıyordu. Zaten sıcak değil de, nem fena yaptığı ve Devrek'te çok nem olmadığı için çok rahatsız değildik. Kasaya atladık ve yolculuk başladı. Balyaların arasında kendimize birer yer yaptık ve otura otura devam ettik bir süre. Sonra yavaştan ayağa kalkmaya ve ön kısımlara ilerlemeye başladık. Açık havada yolculuk yapmak kadar güzel bir şey yoktur sayın Evde kendimizciler. Biz de Fargo'nun kasasında bir nevi cabrio tadı yakalıyorduk. Cabrioyu kim kaybetmiş de biz buluyoruz zaten. Bizim için cabrio kamyon kasasıdır.

İlerledikçe diğer köylerin içinden geçmeye başladık. Köylerin içinden geçerken meyve ağaçlarının dalları gelmeye başladı üstümüze. O da son nokta oldu bizim için. Elmaya armuda dalmıyorduk, ağaç ayağımıza geliyordu. Biz sadece uzaktan kestirdiğimiz olmuş meyveleri elimizi kaldırarak alıyorduk. Hele bir seferinde bir salkım çekirdeksiz çavuş üzümü yakalamıştım. Hey gidinin be!

Hafif ve ılık esen rüzgarı hissede hissede ilerliyor, türlü meyveler yiyor, hafif aksiyonlar yaşayarak dünyanın en güzel yolculuğunu yapıyorduk. Birisi çıkıp da şehirlerarası otobüs yerine bu kamyonu koysa iki katı para verir, on katı yavaş gitmeyi seçerdim. Fakat otobandan gitmeyecek. Mümkün olan en sapa yoldan gidecek. Şerefsizim paranın gözüne vurursun. Zaten yük taşıyorsun. Üstüne yolcu parası, mis!

Bir iki kez kalın ve alçak dallar yüzünden küçük tehlikeler atlattık ama bir seferinde kasanın kenarındayken küçük bir virajda dengemi kaybedip düşüyordum nerdeyse. Filmlerde otobüsün yanına tutunup giden aktörler gibiydim. Bildiğin Jeki Çen olmuştum. Son anda balyaları bağladığımız ipe tutunup düşmekten kurtuldum. Fakat bacaklarım falan bayağı sarktı aşağı doğru. Şöför o an aynadan baksa, o da tam bir film tadı yakalardı. Sonra tırmanıp kurtuldum çok şükür. Çünkü korktuğum düşmek değil, babamın azarıydı.

Bu olaydan sonra daha temkinli devam ettik yola. Her güzel şey gibi bu yolculuk da bitti sonunda.

Çocukluk güzeldi be. Köyde insanlar vardı, arkadaşlar vardı, akrabalar vardı. Hayvan güdüp derede falan yüzüyorduk. En büyük derdimiz çükümüzün ne zaman kalkacağıydı. Sonradan o da oldu zaten. Öyle güzeldi ki, üzerine ne yolculuklar, ne maceralar yaşamaya rağmen onbeş sene önce yaşadığımız bir-iki saati beynimize kazıyordu.

3 yorum:

  1. ben de dedemin köyüne gittiğimde bu yaz kamyon kasasında bir yolculuk yaptım kısa süreli de olsa, harikaydı..

    YanıtlaSil