31 Ekim 2009 Cumartesi

Maksim Tsigalko Gibisin, Teklif Etmek İstiyorum


-Öncelikle hızlıca MERHABA’mı araya sıkıştırıp devam etmek isterim…-


Türk insanının teklifle arasında bir sorun var ve gayet ciddi bir sorun. Her türlü teklife karşı inanılmaz gergin bir yapıya sahibiz törkiş dilaytlar olarak. Sadece gelen tekliflere değil, yapacağımız tekliflere de ürkek birer ceylan gibi iri gözlerle bakıp, fiti fiti diye sekmeye başlıyoruz ve uzaklaşıyoruz.

Böyle bir genelleme yaptıktan sonra, asıl konuya gelmek lazım gelir;

Seviyorsan git konuş oğlum!

Evet sevgili evdekendimizciler, bu cümle tez konusu olabilecek kadar derindir özünde. Bir kızdan sırf bu sözün büyüsüyle hoşlanmaya başlayabilirsiniz.

- Abi yok ya biz onunla arkadaşız, tamam yakıştırmışsınız falan ama olmaz yani, hem ben esmer sevmem ki…

- (hmzzzz, çare kalmadı artık son kozu çekmeli) Seviyorsan git konuş oğlum…

- Doğru diyosun lan!

Olay bu kadar fantastik kuntastik bir şeydir işte. Bir erkeğe verilecek gaz bu sözden geçer ama adamı rezil de eder vezir de eder. Atraksiyon arayan yurdum erkeği en yakın arkadaşını salıverir meydana. Saf, temiz, olacaklardan habersiz gencimiz “heee eheee heheee” diye bir sırıtmayla etrafta dolanır.

Bir kıza nasıl teklif edilir ki?

- Merhaba Selin, iç borçlanmalarını dengeli bir faiz oranıyla kredilendirme yöntemiyle asgari düzeye çekmek için sana borç vermeyi teklif ediyorum.

IMF miyiz biz de teklif götürüyoruz kızlara. Ya da Fener’e yeşil ışık yakan futbolcular gibi teklif mi bekliyor kızlarımız?

Holivut filmlerinde ne güzel, hafta sonundaki konsere 2 biletim var diyorsun, kız hemen anlıyor durumu. Ama yurdum erkeğinin hafta sonunda elindeki tek aktivite halısaha maçı. Kıza gidip de;

- Selin , Rıfat Abi’lerin kadroyla canavar maç var hafta sonu. Çok kemikler kırılacak, çok canlar yanacak.

diyerek söze girmek çok etkili olmaz kanımca.

İş bu “teklif etmek” kavramı bilimum Selinlerin ve Melislerin çıkardığı bir terimolojidir. Hele ki bir “çıkma teklifi” vardır ki böyle manalı bir isim tamlaması nasıl oluşmuştur çözen beri gelsin. Yurdum erkeğinden The O.C. tavırları beklenirse, “o.ç. sensin laa” diye dalıverir o olur…


(Maksim Tsigalko)

Geliyor!

Yeni yazar diyordum ya. O geliyor işte. Sabırla bekleyin Evde kendimizciler. Evde kendimiz ruhuna sahip bir yazarımızla prensipte anlaştık, bonservisi de bolta şu an. Her an takımla çalışmalara başlayabilir.

27 Ekim 2009 Salı

Anket değerlendirmesi: Bayram değil, seyran değil; eniştem beni niye öptü?

Bir anketimizle daha karşınızdayız sayın Evde kendimizciler! Lafı uzatmadan sonuçlara ve değerlendirmeye geçiyorum. Zira lafı uzatmayı hiç sevmem. Misal bazıları lafı uzattıkça uzatıyor, hatta konuyu unutuyor. Ne diyordum?


Bu anketimizde gençlerimizin çevrelerindeki insanların başına gelen olaylara nasıl yaklaştığını irdeledik alttan alttan. Tabii ki siz anlamadınız. Bunlar hep psikoloji biliminin şeyleri. Çıkardığımız sonuç ise şu: Gençlerimiz duyarsız! Herkes kendini düşünüyor. Her koyun kendi bağağından asılır mantığı hakim. Yakıştıramadım... Geri kalanlar ise ya geçiştiriyor, ya da suçu mağdurda buluyor. Eniştenin öpüp koklama hakkını savunan oylar benim zaten, olur öyle arada.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Bugün ayın kaçı? (Hangi ayın?)

Gayet dandik bir başlık olduğunun ve yazı hakkında hiçbir şey anlatmadığının farkındayım ama yapacak bir şey yok sayın Evde kendimizciler. Mesele şu ki ben bugün kullandığımız şeylerin ilk nasıl ortaya çıktığını ve diğer insanlar tarafından nasıl kabul görüp kullanıldığını çok merak ederim. Merak etmekle kalmam, fikir de yürütürüm. Bir de buraya çıkar, bunları sadece ben yapıyormuş gibi, anlatırım.

Bu konuyu daha önce başka bir platformda da incelemiştim. Ben takvim olayına taktım. Tarihin tutulması olayı yani. Bugün 26 Ekim 2009 ve pazartesi günündeyiz. Dünyaca miladi takvimi kullanıyoruz falan. Gayet güzel. Saat dilimlerini falan ayarlayıp düzeni oturtmuşuz, şahane. E iyi de zamanında nasıl oldu bu olay. Dönelim geçmişe...

İnsanların insan gibi yaşamadığı zamanlar efendim bunlar. Bir takım gelişmeler yaşanmış, kıçı donanlar ısınmak amacıyla çalı çırpıya sürtüne sürtüne ateş çıkarmışlar falan. Hafiften yerleşik hayatada geçilmiş. Mağara mağara nereye kadar denmiş ve evler yapılmış. Fakat hala havanın ısınıp soğuması falan bunlara çok enteresan geliyormuş. Sonradan birileri farketmiş ki, bu havalar bir üre iyi gidiyor, sonra bozuluyor. Bir dönem çoğunlukla güneşli, sonra bir dönem kar yağıyor. Bir iki akıllı bunu sürekli tekrarladığını farketmiş. Ölçü olarak alınabilecek tek şey de "gün" dediğimiz şey. Muhtemelen ilk karın yağdığı zamandan başlamış ve havalar ısınıp tekrar ilk karın yağdığı güne kadar kaç gün geçtiğini saymış. Bunu yapanın da yeni evli bir kadın olduğunu düşünüyorum. Zira evlilik yıldönümü için zaman bulunmadıysa ben de ne olayım.

Şimdi dünta üzerinde çeşitli yerlerde yaşayan bir sürü toplumda bunu yapanlar olmuş ve herkes kendine göre bir takvim oluşturmuş. Bunu yaparken de önce 365 gün olduğu bir şekilde belirlenmiş. Sonra "Aga bu çok uzun. 236. gün sen benden borç aldıydın denmez. Bunu bölelm biz" demişler ve 12 ayda karar kılmışlar. Bunu 12 ay olarak belirleyenlere de ayrıca teessüf ediyorum. 16 yapsanız ne olurdu lan! 16 maaş alırdık bir senede.

Asıl mesele bundan sonra başlıyor. Şu anda istediğimiz anda dünyanın öbür ucuyla iletişime geçip saati bile sorabiliriz. Haliyle tüm toplumların takvimini senkronize etmek zor değil. Zamanında öyle miydi peki? Daha telefon bile bulunmamış. İletişimin en hızlı yolu güvercin. Kervanlar falan da var tabi.

Demem o ki bundan 2000- yıl önce falan her millet kafasına göre takvim tutuyordu. Herkes yılı 365 güne bölüp aynı ay sistemini kullansa bile, herkes farklı yerden başlar ve günler yine şaşar. Hadi yılı aynı yerden başlattın, günlerde mümkün değil. Avrupadan Çin'e bir kervan gidiyor misal. Avrupalı diyor ki, "Sene 3, 4. ayın 15. günü ve bugün salı". Çinli de diyor ki, "Hacı sene 3. 4. ayın 15 indeyiz ama bugün cuma." Neden böyle oluyor? Başka türlü nasıl olacak zaten?

Hadi biri buldu da tüm dünyayı dolaşıp hangi yılın hangi ayının hangi günü ve o günün haftanın kaçıncı günü olduğunu anlattı diyelim. Kim kabul eder lan? Birisi gelip beyler "Sizin takvim yanlış. Sene 361, 3. ayın 14 ündeyiz. Bugün de perşembe. Ayrıca haftada 7 gün var, 5 değil. İki gün ismi daha uydurun" dese dayak yemeden kurtulabilir mi? Adam borç vermiş 6. ayın 4. gününde geri alacak. Senin takvimine uyup o borcu riske atar mı? Sonra dünya yuvarlak. Ne malum senin kendi ülkenden buraya gelene kadar günü sapıtmadığın? Doğudan dolaşsan farklı, batıdan dolaşsan farklı işleyecek belki tarih.

O bakımdan ben derim ki, bu tarih kitaplarında falan birbirini tutmayan tarihler bu yüzdendir.

Bu arada oturdum inceledim. Bugün miladi takvimin 733219. günü. Tamı tamına 104745 haftadan sonra 4. günmüş bugün. Yani miladi takvim cuma günü başlamış. Bu da saçma. Bir takvim başlatıyorsun ve ilk günü cuma. Senden önceki takvimleri silip atmışsın. Yeni bir tarih yazıyorsun ve ilk günü cuma. Saçma değil mi lan? Her insan bunu pazartesi başlatır. Ha eğer seneye, hatta tarihe haftasonuyla başlayalım dersen tamam. Belki de haftanın ilk günü cumaydı o zaman. Sonradan pazartesi yaptılar. Bu da saçma. Niye değiştiriyorsun lan?

Kafam karıştı anasını satayım.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Şehir Rehberi (City Guide)

"O nerde lan?" dedim. Başladı anlatmaya...

"Şimdi meydandaki heykelin oraya git. "Ulu Cami'"yi göreceksin. Onun sağındaki sokağa gir. Yüz metre ileride sağda "Atatürk İlköğretim Okulu"'nı göreceksin. Geçince sola dön, ordan ilk sağa gir. Biraz ilerde "Dostlar Kahvehanesi"'ni göreceksin. Tam karşısında "Kardeşler Lokantası" var. Onun hemen sağından giriyorsun, biraz ilerde "Üçler" Ekmek Fırını var. Tam karşısında "Köşem Market" var..." diye uzun bir süre daha devam etti.

"İyi de" dedim, "Hangi şehir bu?".

"Farketmez" dedi.

For foreign At home ourselves fans:

go go go. turn right. you will see "Ulu Mosque". turn left. go go go gooo....

20 Ekim 2009 Salı

Bir yol hikayesi

Thelma ve Louise tadında bir yazı bekleyemeyin. Annemlerin köyünde ekin biçilmiş, sapları da babamın köyüne götürülecekti. İki köy arasında yolculuk etmek için şehre inip diğer köye gitmek gerekiyordu normalde. Biz hep öyle yapıyorduk. Fakat bu sefer diğer köyler üzerinden gidilecekti.

Yanlış hatırlmıyorsam altıncı sınıfın yazıydı. Çünkü Tarkan'ın "Şımarık" şarkısı çıkmamıştı daha. Kamyonun kasasını tepeleme doldurnuştuk. Hatta şöför kabininin bile üstüne tşmıştı. Abimle içten içe "kasada gideriz inşallah" hesapları yapıyor ama, babama soramıyorduk. Zaten annemle babam şöförün yanına otursa, biz mecburen kasada gidecektik.

Beklenen oldu ve babam yolcu listesini açıkladı. bizim biletlerde kasa yazıyordu. Vakur bir biçimde "gideriz artık kasada, naapalım" gibisinden tepkiler veriyorduk ama, çıldırmak üzereydik. Upuzun bir yoldu ve kasada gidecektik lan.
(buradan 100 kişiyi çıkarınca bizim yolculuğu gözününüzn önüne getirebilirsiniz)

Yaz ortası olmasına rağmen hava çok sıcak değildi. Tepede güneş vardı ama çok yakmıyordu. Zaten sıcak değil de, nem fena yaptığı ve Devrek'te çok nem olmadığı için çok rahatsız değildik. Kasaya atladık ve yolculuk başladı. Balyaların arasında kendimize birer yer yaptık ve otura otura devam ettik bir süre. Sonra yavaştan ayağa kalkmaya ve ön kısımlara ilerlemeye başladık. Açık havada yolculuk yapmak kadar güzel bir şey yoktur sayın Evde kendimizciler. Biz de Fargo'nun kasasında bir nevi cabrio tadı yakalıyorduk. Cabrioyu kim kaybetmiş de biz buluyoruz zaten. Bizim için cabrio kamyon kasasıdır.

İlerledikçe diğer köylerin içinden geçmeye başladık. Köylerin içinden geçerken meyve ağaçlarının dalları gelmeye başladı üstümüze. O da son nokta oldu bizim için. Elmaya armuda dalmıyorduk, ağaç ayağımıza geliyordu. Biz sadece uzaktan kestirdiğimiz olmuş meyveleri elimizi kaldırarak alıyorduk. Hele bir seferinde bir salkım çekirdeksiz çavuş üzümü yakalamıştım. Hey gidinin be!

Hafif ve ılık esen rüzgarı hissede hissede ilerliyor, türlü meyveler yiyor, hafif aksiyonlar yaşayarak dünyanın en güzel yolculuğunu yapıyorduk. Birisi çıkıp da şehirlerarası otobüs yerine bu kamyonu koysa iki katı para verir, on katı yavaş gitmeyi seçerdim. Fakat otobandan gitmeyecek. Mümkün olan en sapa yoldan gidecek. Şerefsizim paranın gözüne vurursun. Zaten yük taşıyorsun. Üstüne yolcu parası, mis!

Bir iki kez kalın ve alçak dallar yüzünden küçük tehlikeler atlattık ama bir seferinde kasanın kenarındayken küçük bir virajda dengemi kaybedip düşüyordum nerdeyse. Filmlerde otobüsün yanına tutunup giden aktörler gibiydim. Bildiğin Jeki Çen olmuştum. Son anda balyaları bağladığımız ipe tutunup düşmekten kurtuldum. Fakat bacaklarım falan bayağı sarktı aşağı doğru. Şöför o an aynadan baksa, o da tam bir film tadı yakalardı. Sonra tırmanıp kurtuldum çok şükür. Çünkü korktuğum düşmek değil, babamın azarıydı.

Bu olaydan sonra daha temkinli devam ettik yola. Her güzel şey gibi bu yolculuk da bitti sonunda.

Çocukluk güzeldi be. Köyde insanlar vardı, arkadaşlar vardı, akrabalar vardı. Hayvan güdüp derede falan yüzüyorduk. En büyük derdimiz çükümüzün ne zaman kalkacağıydı. Sonradan o da oldu zaten. Öyle güzeldi ki, üzerine ne yolculuklar, ne maceralar yaşamaya rağmen onbeş sene önce yaşadığımız bir-iki saati beynimize kazıyordu.

17 Ekim 2009 Cumartesi

Evde kendimiz yeni yazarını arıyor

(temsili resim)

Arıyor da nerede arıyor? Aha da burada arıyor. Kafama esti şimdi. Evde kendimiz'in isyankar, bilinçli, diyalektik tavrını benimsemiş, sporun ve sporcunun dostu, sanata ve sanatçıya saygılı, dünyanın şu haline kaygılı, "ben yaparım lan" diyen yazar veya yazarlar arıyoruz. Askerde olan, askerde olmasa da askerdeymiş gibi yapan yazar arkadaşlarım sağolsun, biraz destek yazarlara ihtiyacımız var.

Gayri ciddiyetimize katılmak isteyenlerle görüşmek isteriz. Aradığımız tek şart Cankan'dan Yaranamadım'ı baştan sona dinleyebilmek. İletişimde yazan maile yazabilirler ama onun şifresini unuttum. AOE biliyor, o da askerde. Onun içün şimdilik koraybagcan@gmail.com'a da mesajlarını iletebilirler. Bir iki yazı yayınlanır, baktık Evde kendimizciler de beğeniyor, devam ederiz. Sonuçta önemli olan onlar, değil mi?

Sonradan: bu arada şifreyi attım, tuttu. İletişim mailine de yazabilirsiniz. Gerçi bir girdim maile, kimse yazmamış lan! Bir kişi mi iletişmek istemez? Çok üzüldüm yine.

16 Ekim 2009 Cuma

Anket değerlendirmesi: Küçük Tayyip...

Türk gençliği ve orta yaşa yaklaşmaya yüz tutmuş insanlarının, güncel konular hakkında, siyasi, toplumsal ve edinimsel fikirlerini çaktırmadan öğrenmeye çalıştığımız, toplumun adeta ağzını aradığımız anketlerimiz devam ediyor sayın Evde kendimizciler. Yoğun ilgi görmeyen sdon anketimizle karşınızdayız. Öncelikle, neden ilgi görmüyor lan bu anketler? Bir tane şık işaretleseniz ne kaybedersiniz? Halbuki her fikri yansıtan şıklarımız mevcut anketlerimizde.

Son anketimiz Küçük Tayyip'ti. Bu köşeden onca azarlamam boşa gitmemiş bunu anlamış oldum.. Günbegün sizlerin toplumsal ve siyasi olaylara olan ilginizin arttığını ve bu konular hakkında fikir yürüttüğünü görmek çok güzel. Türk gençliğini apolitiklikten kurtarıyoruz yavaştan.

Fazla söze hacet yok. Katılımcılarımızın büyük çoğunluğu duygu sömürüsünü yememiş ve siyasi duruşunu otya akoymuş maaşallah. Zaten geriye kalan 19 oyun 10 tanesini falan ben verdim. Gençlik canavar. Aynen devam!...

6 Ekim 2009 Salı

Reel ekonomi 008: Sektöre yön verenler

Yine uzun bir aradan sonra yine karşınızdayız sayın Evde kendimizciler! Neden uzun bir ara oldu pek? Çünkü yazı dizimizin normal seyrinden çıkıp sektörlere yön veren insanları ve onların fikirlerini blogumuza taşımaya karar verdik. Verdik dediğim Mahir Eğilmez'le ben düşündük bunu. Bir gün Bebek'te bir kafede ekonomi üzerine muhabbet ediyorduk. Ekonomi üzerine edilebilecek en zorlu tartışmaydı bu. Hesabı sen mi ödeyeceksin, ben mi ödeyeyim tartışması. Dedim "Mahri valla olmaz, ben ödeyecem". Kızdı bu... "Ulan benim adım Mahfi, Mahfi... Ayrıca ne münasebet. Ben öderim hesabı." diye çıkıştı. "Tamam Mahvi, sen öde. Yeter ki kızma" diye aldım gönlümü. Sonra sordum buna "Ya Mafhi, Reel ekonomi'ye yeni bir soluk lazım. Ne yapsak ki?". Bu dedi "kendi sektöründe lider konumundaki insanları konuk et" diye. "Ulan Mahli, işi biliyon hea" diye omuzlarını kabarttım tabi bunun.

Bu yazımızdaki konuğumuz otoparkçı Hulusi Şengül. Kendisi otopark sektörüne yön verenlerden birisi. Giriyorsunuz otoparka, "Sağ yap sağ sağ sağ! Şimdi öyle gel, gel öyle gel geeel" diyerek yön veriyor.
(Hulusi Bey bizleri ofisinde ağırladı)

Şimdi röpörtajımıza geçelim:

- Hulusi Bey bu işe nasıl girdiniz?

- Peder bey yazları boş durmayayım, hem iki para kazanayım diye bizim mahalledeki otoparkçı Mustafa Abi'nin yanına verirdi beni. Öyle girdik işte.

(gülüşmeler...)

- Peki nasıl bu kadar yükseldiniz?

- İki sene sonra Mustafa Abi'yi bıçakladım. Adam üstüme fazla gelmeye başladı. Görev tanımında olmayan görevler yüklemeye başladı üstüme. Kurumsal bir işletmeye yakışmayan hareketlerdi. Ben de kariyer planım doğrultusunda bıçakladım kendisini. Namımız yayıldı tabi o genç yaşta. Reşit olmadığım için biraz yattım çıktım. Sonra yürüdük işte.

(gerilmeler...)

- 2008 global mali krizini, otopark sektörü çevresinde değerlendirir misiniz?

- Valla zorlu bir dönem oldu. Özellikle toplu taşımaya yönelenler ve otoparka para vermek istemeyen sürücüler yüzünden bir hayli daralma oldu. Amerika'daki mortgage faizlerinin artması da bizi çok etkiledi tabii.

- Bu dönemi atlatmak için ne gibi uygulamalarda bulundunuz?

- Biraz fiyatları kırdık, üyeliği daha cazip hale getirdik. Arabasını yol kenarlarına çekenlerin arabasını çizdik, lastiğini patlattık falan. Böyle uygulamalar işte.

(gülüşmeler...)

- Peki sektördeki ve sektöre girmek isteyen gençlere neler tavsiye edersiniz?

- Ayaklarını denk alsınlar! Benim işimi bozanın yuvasın bozarım. Kimin müşterisini çalıyonuz lan siz! Adamın .mına gorum valla

- Hulusi Bey, ayıp olmuyor mu?

- Ne ayıbı lan godoş? Kimin ekmeğiyle oynuyonuz lan siz? Adamın asabını bozmayın. Valla bi çakarım, bi de yerden yersn alimallah.

(itişmeler...)

- Hulusi Bey vurmayın...

(kaçışmalar...)


fotoğraf: Mahvi